Kadiri Yolu

 

Selefiyye

Selefiyye 

السلفية

Ehl-i hadis düşüncesini temel alan çağdaş İslami akım adıdır.

Selefiyye veya Selefilik, kökenleri itibariyle itikadi konularda akla dayalı tevile karşı çıkan ve dinî metinlerin lafzî anlamıyla yetinmeyi savunan Ehl-i hadis ekolüne, bu ekolün bir fıkıh mezhebi olarak karşılığı olan Hanbeliliğe ve belli ölçüde Vehhâbîliğe uzanan, günümüzde ise birbirinden farklı birçok cemaatleşme ve örgütlenmeyle karşımıza çıkan bir dinî akımdır. Selefiyye anlayışını benimsemiş kimseye “Selefi” denir. 

Hz. Peygamber’in bir hadisinde “müslümanların en hayırlı nesilleri” olarak tanıtılan sahabe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînden oluşan öncü nesiller(Selef)in anlayıp yaşadıkları şekilde İslam’ı anlayıp yaşama iddiasında oldukları için “Selefiyye” olarak adlandırılan bu akımın mensupları, kendilerini Ehl-i sünnet’in yegâne temsilcisi olarak görme eğilimindedirler. Sünniliğin ehl-i re’y çizgisi üzerinde yer alan bilhassa Mâtürîdiler ve Eş’ariler, tarikat mensubiyyeti olan sufiler, kendi anlayışları dışındaki diğer dini akımlar ve mezhepler Selefiler’ce ehl-i bid’at sayılmakta, dolayısıyla tebliğ ve davete muhtaç unsurlar olarak görülmektedir. 

Selefiyye Tarihi

Selefiyye özelikle İbn Teymiyye’den itibaren müstakil olarak şekillenen hususi dini anlayışa çok şey borçludur. İbn Teymiyye’nin tevhid düşüncesi bidat ve hurafelere karşı mücadelesi, kendisinden sonra pek çok şahıs ve harekete ilham kaynağı olmuştur. Bu Takipçilerden biride Muhammed b. Abdulvehhab’ın başını çektiği Vehhabi alimlerin, “mezhebü’s-Selef” dedikleri mezhepler ve tarikatlar öncesi dönemi inanç ve amelde esas almalar, “Selefiyye” isminin şöhret bulmasının sebebidir.

Suudi hanedanı ile işbirliği halindeki Vehhabilik aynı zamanda Selefi akıma siyasi bir kimlik kazandırmaktadır. Fakat şu var ki, tarihte ve günümüzde bu siyasi ilişkiyi onaylamayan Selefi kesimler de mevcuttur ve bu yüzden bütün Selefileri Vehhabilik İle irtibatlandırmak doğru değildir. Selefiyye’nin bir akım olarak tanır hale gelmesinde adları zikredilen bir takım alim ve münevverlerin öncülük ettikleri İslami çizgidir. İlmi, kültürel ve siyasi yönleri olan Siddik Hasan Han (8. 1890). Cemaleddin-i Efgani (1897). Muhammed Abduh (d. 1905). Cemaleddin el-Kasimi (a. 1914), Reşid Rıza (1935), Mahmud Şükri el-Alusi (1924) gibi tanınmış isimler yer yer Selefiyye içinde anılmışlardır. 

Mevcut durum hakkında, geliştirdikleri bir söylem İbn Teymiye’nin söylemi ile kısmen örtüşmektedir. Kaynaklara dönüş fikri ; İlk asırdan sonra sahih dini anlayışa çeşitli hurafe ve bidatların sızdığını, ulemanın arasındaki taklidin yaygınlaştığını, Kur’an ve sünnetin yerine mezhep alimlerinin şahsi görüşlerinin önem kazandığını, tasavvufi düşüncelerin ve tarikatların halkı miskinleştirdiğini, dolayısıyla yeniden islam’ın özüne dönülmesi gerektiğini ifade eden  bu akıma “Selefiyye” (Selefilik) adı verildi.

*-*

Aslında yukarıdaki isimlerin Kur’an’ı merkeze almak suretiyle yaptıkları dini yorumların bir kısmı hiçbir biçimde günümüz Selefiyye’si açısından kabul edilebilir değildir. Yine aynı kişilerin Batı’dan yararlanma hususundaki olumlu yaklaşımı ve bunun neticesinde ortaya çıkan modern tefsirler ve fetvalar çağdaş Selefiyye tarafından reddedilmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde genellikle Efgani-Abduh ekolu olarak bilinen çizgiyi günümüz Selefiyye’sinden ayrı tutmak gerekmektedir.

Günümüz Selefiyye’si özellikle siyasete dönük tavırlar açısından gruplandırılır. Selefiler’in bir kısmının ehl-i hadisin klasik dönemdeki siyasetten uzak duran tavrını sürdürdükleri, daha çok ilmi alanda faal oldukları görülmektedir. Siyasete katılan kesimleri ise, İslam âleminde belirli bir siyasi otoriteyi savunan ve onun çizgisinde hareket edenler (Suud Selefiliği), herhangi bir siyasi otoriteye bağlanmaksızın bulundukları ülkelerde aktif siyasi katılımı ve uyanışı esas alanlar (siyasi Selefilik), bazan terör yöntemlerini de ihtiva eden silahlı mücadeleyi benimseyenler (cihadi Selefilik) şeklinde tasnif edilmektedir. Kendi içlerinde de farklı alt eğilimleri barındıran bütün Selefi kesimlerin ortak tutumu, modern dönemdeki Batılı siyasi-kültürel etkilere karşı çıkılması ve bahsedilen ehl-i hadis geleneğine uygun tarzda Selef neslini örnek alarak İslam’ı anlama, yaşama ve yaşatma iddiasıdır.

*-*

Selefilik İslam dünyasının her bölgesinde görülmekle birlikte günümüzde bu akımın baskın olduğu yegane bölge Vehhabiliğin de çıkış yeri olan Suudi Arabistan’dır. Bu ülkede hâkim Selefilik, itikadi konularda ehl-i hadis çizgisini sürdüren, fıkıhta içtihadı savunsa da genellikle Hanbeli mezhebinin görüşlerini takip eden, siyasi olarak ise devlet politikalarını onaylayan bir anlayışa sahiptir. Bu ekolun Suudi Devleti’nin kuruluşunda sergilemiş olduğu aksiyonerlik bugün eskisi kadar güçlü değildir. Bunun en önemli sebebi söz konusu Selefi yönelimin devlet kurumlarında Alimler üzerinden temsil edilir hale gelmesi, yani bir nevi resmileşmesidir. Hindistan Pakistan’da Ehl-i Hadis cemaati, Mısır’da ise Ensarü’s-Sünneti’l-Muhammediyye cemaati, kurmaları XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar geriye giden köklü selefi teşkilatlardır. Rutin ilmi faaliyetlerine, İhtiyaç halinde siyasi faaliyetler de eşlik edebilmektedir. Bunlar arasında neredeyse Haricilik ile özdeşleşecek kadar tekfirci ve şiddet yanlısı selefi hareketlerde bulunmaktadır.

Doktrin/Görüşler

Ehl-i hadis/Selefiyye, Eş’ariyye ve Maturidiyye ile birlikte Ehl-i sünnet’i oluşturan üç ana itikadi yapıdan biri sayılır. Bazı konularda aralarında görüş ve yorum farklılıkları bulunmakla birlikte, hepsinin ortak benimsediği görüşler. Ehl-i sünnet’in genel ilkeleri olarak kabul edilir. Klasik ehl-i hadisin anlayışını devam ettirme iddiasında olan Selefiyye, itikadi ilkelerin sadece rivayete dayalı (nakli) bilgi kaynaklarına bağlı kalınarak tespit edilip anlaşılması gerektiğini düşünür ve naslar üzerinde akıl yürütme ve yorum faaliyetine dayah “kelam metodu” na karşı çıkar. Bu sebeple Selefiler, kelam yerine, inançla ilgili esaslarla ilgilenen ilmi disiplini “usálu’d-din” veya “akait” adlarıyla anarlar.

Selefiyye’nin akıl karşıtlığından kaynaklanan görüşleri özetle şu cümlelerle ifade edilebilir: İtikadi konularda akıl yürütmek caiz değildir. Felsefi ilkeler, kavramlar, deliller ve Aristo mantığı dini ilimlerde kullanılamaz. Kur’ân-Kerim ve sünnette yer almayan kavramlara usûlü’d-dinde yer verilemez. Nasların, özellikle de haberi sıfatların (as.bk.) tevili (akli, örfi ve dilsel ilkeler çerçevesinde yorum) yapılamaz. Hz. Peygamber’den sahih yolla rivayet edilen akaide dair her hadis, mütevâtir (büyük topluluklarca kesintisiz bir şekilde nesiller boyu aktarıla gelen hadisler) derecesinde olmasa bile dini bir delil kabul edilir. 

*-*

Oysa Ehl-i sünnet kelamcıları, sadece inanç esaslarını içeren âyet ve hadis metinlerini nakletmek ile yetinmemişler, bu esasları savunmak üzere geliştirdikleri akli delillerin de kullanıldığı kelam eserleri vücuda getirmişlerdir. Bu çerçevede, mütevatir olmayan hadislerin inanç kaidesi ortaya koyan kesin deliller olarak görülemeyeceğini ve bu rivayetler esas alınarak kişilerin küfre nispet edilemeyeceğini söylemişlerdir. Selefiyye ile Sünni kelamcılar arasındaki bahsettiğimiz usule dair ihtilaf, en yalın haliyle haberi sıfatların nasıl anlaşılacağı konusunda belirginlik kazanmaktadır. Kelamcılar, naslarda Allah Teâlâ’ya atfedilen ve ilk bakışta beşeri özellikleri çağrıştıran “yed” (el), “vech” (yüz), “ayn” (göz), “istiva” (oturmak /kaplamak), “nüzul” inmek) gibi eylem ve vasıfların, kelime anlamlarına zahirleri) göre anlaşılamayacağını, bunların ali ilkeler ve dil kaideleri çerçevesinde başka anlamlara yorumlanabileceğini kabul etmişlerdir.

Buna karşın Selefi ulema naslarda geçen söz konusu ifadelerin anlaşılmasında talip edilecek tavrı șöyle ortaya koymuştur: Ayet ve sahih hadislerde bize bildirilen sıfatlara teslimiyetle iman etmekle birlikte (tasdik) bunların kabulünde Allah’ı bir cisim veya mahluk gibi gösterecek tasvirlerden uzak durmak (takdis), kavranması zor olan meselelerde acziyet ve bilgisizliği kabullenmek (aczini itiraf), özüne ve mahiyetine vâkıf olunamayacak konularda gereksiz sorular sormamak (süküt), mânaları anlaşılmaya lafızlar üzerinde akli yorumlar yapmamak (imsak), bu tür meselelerde ileri araştırmalara girişmemek (keff) ve bu konuları ilimde derinlik sahibi olan kimselere havale etmek (marifet ehline teslim). Bu genel kanaat, mesela naslara göre Allah’ın göklerde olduğu fakat bunun mahiyetinin bizce idrak edilemediği şeklinde dile getirilir.

*-*

Selefiyye’yi Ehl-i sünnet’in diğer mezheplerinden ayıran diğer bir önemli konu iman-amel ilişkisidir. Selefiler’e göre iman; sadece kalp ile inanma (tasdik) ve bunun dil ile beyanından (ikrar) ibaret olmayıp ameli de kapsar. Yani kişinin mümin olabilmesi için inanılacak esasları kalbiyle doğrulaması, bunu diliyle söylemesi ve dinin emir ve yasaklarını uygulaması gerekir. Selefiyye ameli imanın bir parçası sayarken, amelde kusuru olan (büyük günah işleyen) kişinin dinden çıkmadığını da söylemiştir. Bu genel kabule rağmen, iman ve amel arasında kurulan zorunlu irtibat yer yer müslümanların tekfirine zemin hazırlamış, bu da doğal olarak Selefilik bünyesinde Hâriciliği andıran görüş ve tutumlara yol açmıştır.

Selefiyye’ye göre bütün fıkhi, itikadi ve siyasi mezheplerle tarikatlar, Selef döneminde olmayıp sonradan çıkan beşeri yorumların ürettiği yapılar olması hasebiyle bidat sayılmaktadır. Şer’i (nakli) delilleri idrak edemeyecek durumda olanların zaten  bir mezhebe bağlanmaları gerekmez; bu kimseler âlimlerin fetvalarıyla amel ederler. Müminleri dost edinmek (vela), imansız ve bidatçılardan uzaklaşmak ve onlara düşmanlığı açığa vurmak (berâ) gerekir. Bu son prensip sert aksiyoner tavırlar içindeki Selefi hareketlerde özellikle vurgulanır. Bazan bir toplumla bütün ilişkileri kesme, bazan da umumi tekfir ve tedhiş şeklinde kendini gösteren tutumlar berâ prensibinin neticeleridir. Bilhassa Şiîler’e ve sûfîlere karşı takındıkları sert tavır Selefiliğin en bariz alametlerindendir.

Selefiliğin ayırt edici diğer bir alameti, türbe ziyaretlerini tevhit ilkesine aykırı görerek bidat, hatta şirk kabul etmesidir. Bu tür ziyaretlerde edilen dualarda ölmüş bir şahsı Allah’a aracı yahut şefaatçi kılma ihtimali bulunduğundan, kabir başında namaz kılmak, dua etmek, bu mekânlara birtakım eşyalar bırakmak şeklindeki ameller şirk sayılır. Türbe inşası ve ziyareti, şirke yol açtığı gerekçesiyle bidat olarak görülür. Yaşayan yahut ölmüş bir kimsenin ruhaniyeti aracılığıyla Allah’a yakınlaşmaya çalışmak (tevessül), onlar aracılığıyla Allah’tan yardım istemek (istimdat) yahut bizzat onlardan yardım dilemek (istigase) kesinlikle câiz değildir ve bu pratiklerin yaygın olduğu tasavvufî ve Şiî oluşumlar gayri İslamî kabul edilir.

 

Değerlendirme

Günümüz Selefiyye’sinin tarihi olarak yaslandığı ehl-i hadis düşüncesi, başta kelam olmak üzere müslümanların inanç, düşünce ve yaşayışına girmiş yabancı ve zararlı gördükleri etkileri ve uygulamaları reddederek İslamiyeti ilk yıllarındaki haliyle korumayı amaçlayan bir akımdır. Şüphesiz ki müslümanların din anlayışını ve yaşantısını bidat ve hurafelerden arındırmak makbul, hatta gerekli bir faaliyettir. Ancak İslam medeniyeti çerçevesinde zaman içinde oluşmuş ilmî düşünce, müessese ve uygulamaları, geçmiş âlimlerin akıl ve

tecrübeye dayalı olarak ortaya koyduğu birikimi toptan reddetmek sağlıklı bir anlayış değildir. Zira bu birikim, İslam âlimlerinin gelişen ve değişen şartlar muvacehesinde ortaya çıkmış problemlere verdikleri cevapların bir bileşkesidir ve bu yönüyle de farklı coğrafyalara yayılan ve farklı kültürlerle karşılaşan İslam’ın evrenselleşmesinin bir göstergesidir. Bu birikim içerisinde artık faydasız hale gelen unsurların da bulunması, onun tamamıyla ret veya göz ardı edilmesinin bir gerekçesi olamaz.

Kur’an-ı ve ve sünneti temel alan bakış açısı esas itibariyle doğru bir bakış açısı olsa da, Selefiyye’nin kelam ve fıkıh çerçevesinde tartışılarak ortaya konan sistematik ilmî ürünleri göz ardı etmesi, kendi içinde ve keyfiliğe yol açacak bir tutumdur. Hayatın farklı yönlerinin dinin rengiyle boyanması için sadece rivayetlere dayalı bir yaklaşım yeterli olmadığı gibi, her ferdin hadisler, akidevi ve fıkhı meselelerle ilgili yeterli araştırmayı yapacak kadar ilmî birikimi ve zamanı da bulunmadığından dinde fakih olanlar ve olmayanlar şeklinde uzmanlaşmaya dayalı bir ayrıma gidilmesi zorunluluktur. Ayrıca bütün toplumu yönetmeye talip olan bir akımın, kelam ve fıkhın getirdiği sistematik, tutarlı, metotlu yaklaşımdan kendini müstağni tutması mümkün değildir.

*-*

Dinî hükümleri anlamada akli delilleri devreden çıkarmak ve aklî yoruma başvuran mezhepleri bidatçı kabul etmek bir aşırılıktır. Nitekim Selefiyye bu bakış açısını Ehl-i sünnet’i oluşturan Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye’ye de yansıtmış, bu mezhepleri Hz. Peygamber ve ashabının yolundan ayrılmakla itham etmiştir. Oysa itikadî konularda akli yoruma başvurmak şartların getirdiği bir zorunluluktur. Kaldı ki müşriklerle ve diğer din mensuplarıyla fikri mücadeleye ve bu minvalde kullanılan akli delillere dair örnekler bizzat Kur’an’da bulunmaktadır. Dolayısıyla her devirde değişen şartlara, ortaya çıkan yeni problemlere cevap verme ihtiyacı hâsıl olmuştur Yapılması gereken, nasların ortaya koyduğu hükümler, ilkeler ve örnekler çerçevesinde yeni yorumlar ve yeni bakış açıları geliştirerek problemleri çözmektir.

Aklın kullanılması demek naklin devre dışı bırakılması anlamına gelmemektedir. Buna karşılık Selefiyye aklın kullanımına karşı çıkarak bu problemleri çözümsüz bırakmakta, bir anlamda problemi görmezden gelmektedir. Bu yönüyle tarihi sadece Hz. Peygamber ve ashap döneminden ibaret kabul eden, tarihi belli bir döneme hapseden bir zihniyeti temsil etmektedir. Nitekim ilmi bir zihniyetle ilmi tahlil ve açıklamalara dayalı olarak meseleleri anlamaktan ziyade toptancı nitelemelerle aktivist bir siyasi gündeme ağırlık veren bazı Selefi gruplar, kısa sürede tekfir ve terör gibi yeni problem ve krizlere yol açmaktadırlar. Pek tabii bi böyle bir anlayışla Müslümanların karşılaştıkları problemlere cevap vermek mümkün gözükmemektedir.

Kaynak : Temel İslam Ansiklopedisi


Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

أحدث أقدم

Öne Çıkanlar

Nefs