Kadiri Yolu

 

Yaratılış Hikmetini Bilmek

62. Meclis 3: Yaratılış Hikmetini Bilmek

Bir sual daha soruldu: Bazı zatlar şöyle der: “Bir şahsın görünüşü ve onun sende bı­raktığı tesir, fayda sağlamıyorsa, ondan alacağın öğüdün bir hayrını görmen kabil değildir.” Bu cümlenin hakiki manası nedir?

Bunun cevabı şudur: Büyük zatlar, öyle kerimdir ki, onların gözünde dünya silinmiş, yerine âhiret gelmemiştir. Kalpleri de aynı duygu ile doludur. Onlar, yalnız Yaratan’larını anarlar. İşte bu zat­ları düşündüğün zaman sana fayda gelir.

Bir velayet sahibi kul, kuru bir yere baksa, Allah onun bakışı se­bebiyle orayı ihya eder. Onlar sapık dinlerden birine bağlı olana na­zar etseler, o dem hidayeti ve gerçek yolu buldururlar.

Bir zat şöyle dedi: “Sizi, kürsü yanında bulunan ağaca dayanıp konuşur görüyo­ruz, bunun hikmeti ne?”

Şu cevabı aldı: Ona dayanırım, çünkü o benim yakınımdır. Sonra onun bazı özelliği var. Her şeyi olduğu gibi görür, fakat bir şey demez. Sonra o, hiç uyumaz. İşte bunun için ona dayanırım. Biz kalbine daha yakı­nız. Bu sorudan kastını anlarız.

Ey sütkardeşim, anlattığım vasıfları kendinizde toplayabilmen­iz için başta Allah’a karşı ittikâ sahibi olmalısınız. Her hâlinizde O’nun size bakar olduğunu bilmeniz ve ona göre hareketlerinizi ayarlamanız icap eder. Dediklerimi yapar, O’ndan hem çekinir, hem de O’na talip olursanız sizi sever ve hizmetinizde olurum.

Bir kul, zâhid sıfatına bürünür ve Hakk’a döner, cömertlik vasfı­nı taşırsa; Allah ona hikmet kapılarını açar, Zât’ına yakınlık duygusu verir, daha da yakın kılar. İlâhî bilgiye ıttılânı arttırır. Hak Teâlâ kulunu severse, bilgi hazinesi kapısını açar ve ona gösterir.

Her hâlde iyi edep sahibi olmak icap eder.

İyi edep yoluna ermek için yok olmak, her varı hiç etmek gereklidir. Allah yolcuları, bütün halleriyle, Hakk’ın sevmediği şeyleri an­latır, kulları onlardan uzak tutmaya gayret ederler. Bu hâli, onların içinden, dışından, kalbinden okumak kabildir. Onlar kendilerini kötü­lükten koruma kudretine sahip ve Hak katında kerim olarak tavsif edilen zatlardır.

Sizin her biriniz, ayrı ayrı tahlile konsa, mabudunuzun, altınınız, gümüşünüz olduğu anlaşılır. Böyle olan bir kimsenin elinden bir altını çıksa, kıyameti koparır. Bir cuma veya cemaat namazını geçirse aldırış etmez. Bir fâcir, fâsık cinsinden evladı ölse, günlerce ağlar. Daima halktan biri ile ülfet edip kalmayı arzular. Çünkü melekler onunla olmayı arzu etmezler. Çünkü melekler temiz kalp sahibi ile sohbet ederler. Benliğini kirden temiz eden her kul, meleklerle soh­bet eder ve konuşur.

Ey Hak’tan, dinden, imandan uzak olan, ey dünyaya dalan, nefsin, tabiatın ve kötü arzuların peşinde koşan, halka tapan ve Hakk’ı unutan! Elbette bir gün Hakk’ın huzuruna çıkacaksın. İyisi halkı, nefsi bir yana at ve O’na bağlan. Bunu hemen yapmaya koyulursan emin hâli bulursun.

Zikirsiz, fikirsiz, Hak demek boştur.

İlimsiz, irfansız, Hak demek batılın ta kendisidir. Hangi iş olursa olsun, Hakk’ın Zât’ından başkası için olunca yok olmaya mahkûmdur. Dünyayı arayan çok, âhireti arayan pek az; Hakk’ı arayan da azdan az. Sen, gece gündüz, dünya ilesin ve ona hizmet etmektesin. Ona taptığın için seni hizmetçi hâline soktu; hâlbuki dünya bana hizmet eder. Ayrıca onun içinde dönmekte olanlar da bana hizmetçidir.

Ey tedbirci hâlin nice? Yaptığın her işte din eli olmalı. Ve yap­tığın işlerin, gerçeğe uygun olması için ilmin fetvası gerek. Ondan alacağın iyilik için emri kabullen, kötülüğe dair tavsiyesini de tut. Dünyanın sana güzel gösterdiğini alma; Rabb’ine müracaat et, ger­çeği ara. Alışında, satışında titiz ol. Yediğin bir lokma dahi olsa dik­katli ol, dur, düşün. Almanda vermende ve konuşmanda dikkati elden bırakma.

İnsanda sevgi galip gelince seçme kabiliyeti azalır. Dünya ile âhiret ayırt edilemez. Kabulle ret birbirine karışır. Kalbini Hakk’ın sevgisi ile dolduran, hayırda ve serde mevcut güzelliği birleştirir. Bu hâle gelenin bütün cihetleri bir yön olur. Tek yön olur, o da Hakk’ın Zât’ıdır.

Sevgi her şeyi birleştirir.

Haberi verilenle, gözle görüleni aynı yapar. Zararlı ile faydalıyı, tek cepheden gösterir. Sevgi taşıyan kalp, daimi bir vecd ve yenilikler içindedir. Orada bir bakarsın, Hakk’ın celâl sıfatı tecelli eder, onun zikri olur. Bir bakarsın cemâl tecelli etmiş ve O’nun zikri başlamış. Onun günleri daima bir dehşet içinde geçer. Her ne kadar yaklaşsa, daha öteye geçmeye devam eder. Ara­dığını görüp yaklaşmayı arzuladıkça yol uzar, gider. Musa Peygamber’in gördüğü nur ateşi de böyle idi. Musa (a.s) görüp yaklaştıkça, o uzaklaşıyordu. Ve nihayet “Muhakkak ben Allah’ım!” (Tâhâ, 20/14) hitabını duyuncaya kadar o ateşin peşinde gitti.

Kalp de böyledir. O yakınlık nurunu görür ve ona doğru ilerler. Ona her adım attıkça uzağa kaçırır. Bu hâl, kitabın yazısı yerini bu­luncaya kadar devam eder. Adımlar son haddini bulur. İşler değişmeye başlar. O zaman talip olan matlup olur. Gayecinin kendisi gaye olur. Arzu duyup yürüyen, arzulanan zat olur. Çünkü, Hak tarafından cezbe gelmiştir; O’ndan bir cezbe insanların ve cinlerin yapmak­ta olduğu işlerin tümünden değerlidir.

Hak Teâlâ Hazretleri kuluna baktığı zaman, onu, tabiat yuva­sından ayrı, halka veda etmiş, şahsi heveslerini bir yana itmiş bulur­sa, işte o dem yakınlığını verir. Kul, Hakk’a talip olur, O’nun gayretine düşer ve kalkması, oturması O’nun için olursa lütuf bucağına varır. Hak Teâlâ, kuluna baktığı zaman: Onu namaz, oruç, cihad için­de ve yalnız, kimsesiz, aynı zamanda dikkatli ve her karanlığa ışıkla vardığını görürse onu, geçmişte aldığı karar icabı fazilet sofrasına alır.

Sen yükselmeyi arzularsın, ama henüz tohum hâlindesin.

Cen­nete girmeyi dilersin, fakat ona vardıracak işleri yapmazsın. Bazı büyükler dediler: “Nefsini ülfet edilmiş şeylerden al.” Tabiatın icabı yeme. Hak’tan vaki bir emir olmadıkça, bir lok­ma dahi ağzına koyma. Hakk’ın emri dışındaki ilâçları da alma. Olur ki, tıp kitapları fetvası ile alınan deva yüzünden mühim bir mizaç değişikliği olur. Sâlih kullarına O sahip olur. Sâlih kulun tabibi O sev­gilidir ve her an O’nun hanesindedir. Hak Teâlâ, çeşitli tecellileri ile kulunun gıdasını verir, meşrubatını içirir.

* * *

Geylâni Hazretleri bundan sonra heyecanla ayağa kalktı. Sağa, sola ve öne doğru sallanmaya başladı. Hakk’a teslimiyet ifade eden bir hâlle elini semaya doğru açtı. Konunun devamı müddetince elle­rini indirmedi. Sonra, şöyle dedi: Vah içimde yanan ateşe, vah başıma gelen musibetlere! Bun­ları sizin için duyarım.

Sonra elini dua için uzattı ve dua etmek için oturdu. Bir müd­det konuşmadı. Daha sonra ayağa kalktı, rengi kâh sararıyor, kâh kızarıyordu. Bu hâller içinde konuşmasına devam etti ve şöyle dedi: Bir kalp, dünya varlığından açılır, Hak yakınlığına misafir olursa, kullardan bir talepte bulunmaz. Onlardan af dilemez ve ma­sum olduğunu onlara anlatmak ihtiyacını duymaz. Yer zemininden yaratılmışların son durağı olan Arş’a kadar dolan halkın hiçbirinden beklediği olmaz. Ona göre her şey Zât’tan ibarettir ve mahlûk yoktur. Ve sanki Hak hiçbir şey halketmedi. Varlıkta Zât’ından başkası yok.

Bu anlayışa sahip olan kalp vahid olan Hak için tektir. Seven ve sevilen O’dur. Talip ve matlup O’dur. Zâkir ve mezkur yine O. O’ndan başkasını göremez.

* * *

Geylâni Hazretleri vaazına devam etti:

Bana, bu beldeye inecek bir beladan haber geldi. Sonra, o ülke için dua etti. Belanın açılmasını Hak’tan diledi. Hâlinde, karşısındakini perişan edecek bir heybet vardı. Devam etti: Ömrüme yemin ederim ki, bu ülkede ölüme ve asılmaya müs­tahak insanlar var, lâkin bir göz için bin göze ikram olunuyor.

Allah’ım, onlar için bizi helak etmektesin ve onların hatası yü­zünden bizi yakalamaktasın, bağışla. Sonra sert bir hâlde şöyle dedi: Dostla düşmanı, her şeyi eriten kader ocağına koydum. Eridi ve ikisi de tek şey oldu.

* * *
Keramet ve mucize kabilinden şeyleri talep etme.

Mucize talep ederek peygamberlere zahmet verme. Keramet sahibi olmayı arzu edip velileri üzme. Hakk’a yakın olmayı ve O’nunla sohbet hâlini bul­mayı arzularsan böyle yap. Sohbet hâline devam edersen lokmanı O gönderir, yersin. Giyeceğini o gönderir, alır giyersin. Keramet ve mu­cize gibi işleri talep etmen saha hicap olur. Sonra keramet ve muci­ze cinsinden gelen şeyleri reddetmen yine bir hicap olur. En iyisi, hiç talip olmamak! Bir kimse veli kulların yolunu tutar, onların yardımıyla Hakk’a kavuşursa, ins, cin ve melek ona hizmetçi olur. Veli kullar, bir yandan kaybeder, bir yandan bulurlar; ta Hakk’a varıncaya kadar. Ta dünya sevgisinden doğan ateş sönünceye kadar… Bu hâller ki oldu, cümle varlık onların hizmetinde durur. Lütuf, sev­gi bu yoldadır.

Hak yakınlığı kapısına girme izni verildiği zaman, o zatları afet­ler karşılar. O afetler nefislerini eritip bitirir. O afetler Celâl sıfatının tecellisidir. Bu tecelli sayesinde, hem nefis erir, hem de bir benlik duygusu varsa yok olup gider.

O afetlerin geliş şekilleri çeşitli olur.

Bazen zahiri nimetler kısı­lır. Bazen zahirde giyilen libas cinsi yok olur. Bunlara tahammül edi­lince kalp her kirden temizlenir ve saf bir iç âlemi olarak kalır. Ül­fet şarabı verilir ve fazilet taamı yedirilir. Keramet tacı ve minnet libası giydirilir. Ledünnî ilim ve hikmet bol bol gelir. Sonra şah, o ve­rilen ledünnî ilimle hikmetlerin isimlerini bir bir öğretir. Hak Teâlâ gelmişte ve gelecekte verilen cümle nimetleri ayrı ayrı o kullara ta­nıtır.

Hak Teâlâ, bütün nimetleri birer isme bürür ve sevdiği kulların ıslahı için varlık âlemine çıkarır. Dolayısıyla onlar da hidayeti bulur, Hakk’ın sefiri, delili olurlar. Daha sonra o kulların kalbine Tekvin sı­fatı tecellisi hakkını yerleştirir. Dillerine dua ettirir ve icabet husule getirir.

Bu zaman ahir zaman oldu.

Nifak ve daimi bir kibir devri oldu. Herkes kendini beğenmekte. Her yerden küfür kokusu geliyor. Kendini beğenme perdesine bürünmen, seni Hakk’ın gözünden düşürür. Küfürle kibir bu yolun zıddıdır. Her ikisi de Hakk’ın kutsî tecellisinden alıkoyar.

Bir kimse sana nifakın ne olduğunu sorarsa, ona, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in şu hadis-i şerifini oku: “Münafık, emanete karşı hıyanet eder. Konuşmalarına yalan katar. Verdiği sözde durmaz.”

İman sahibini, Hak’tan alıkoyacak tek şey yoktur. Onun için ne libasın önemi, ne yemeğin değeri, ne de evliliğin kıymeti vardır. Ona göre sevinç ve muayyen bir hâlde karar da yoktur. O, manevi âlem­deki yerini görüp orada lakabını işitinceye kadar sükûn bulamaz ve rahat edemez. Onun rahat edebilmesi için ezeldeki hâlini görmesi, halvet hâlinde ismini işitmesi icap eder.

O tek başına sahralara kaçar ve dağ başlarında uyur.

Melekler onun hâlini görür ve birbirine sorar: “Bu adam kim?” Diğeri cevap verir: “İşte bu falandır. O sevilmiş olan kullardan biridir. Ya da kırklardan, yedilerden veya üçlerden bir tanesidir. Onun şöyle, şöy­le hâlleri vardır.”

O Zât’ı, kader eli, sağa sola çevirir; yine kader eli lokmasını yedirir. Şu âyet-i kerime onlar hakkında buyrulmuştur: “Allah onları kuşatmıştır.” (el-Burûc, 85/20)

O kul, sahraları, dağları dolaştığı sıralarda, kalbi hatiften bir ni­da duyar. Meselâ şöyle denir: “Artık evine dön. Hazineni esirge, özünü saklamaya bak. San­ki iç âlemin derin bir uykuda. Ve sırrın, kalbin, Hakk’a doğru yük­seliyor. Hikmetler kitabı önünde dur ve ilim kitabı içinde uyu. Ta, baliğ oluncaya kadar, hâlin böyle gitsin. Çocukluk devren geçinceye kadar bu hâli bırakma; o zaman Hakk’ın kudreti sana lokmalar ih­san eder ve ilâhi kisveler giydirir.”

Sen bu hâlleri arzularsın ha, olmaz. Sen, tabiat, hevâ ve şehvetle dopdolusun. Namaza kalktığın zaman içinden neler edersin, bilir mi­sin? Alış veriş yaparsın, yersin, içersin, hatta damat bile olursun.

* * *

Biri kalktı ve hastalığının ilâcını sordu. Şu cevabı aldı:

Haram ve şüpheli şeyleri yememen. İkincisine gelince, nefsin emrettiği yasak işlerden kaçmak. Kul, yasaklardan kaçar ve helâl lokma yerse, ona Hak yardımcı olur. Bu kul, herhangi bir şeyden ca­nı sıkılsa, o sıkıntının sonu ikincisi ile birleşse, bilmeli ki: Onların hepsi Hak Teâlâ’nın izni ile açılacaktır. Bunu bilince sıkıntısı azalır; bunların azalmasından ayrıca manevi bir neşe payı alır. Varlık ona gelir; hidayet, geçtiği yola çıkar. Önünde hiçbir güçlük kalmaz. Onu sebata erdirmek ve sükûna kavuşturmak için önüne çıkan taş toprak seslenir: “Ey Allah’ın velisi, arzuladığı ve kendine yakın kıldığı zat.”

Bir şahıs kalktı ve dedi ki: “Bana dua et.” Hazret şu duayı yaptı: Allah’ım, beni Zât’ından ayıran yaratılmışlardan uzak kıl. Şu şahsı da aynı şekilde yap. Hem onu, hem de beni halka dilencilik et­mekten uzak eyle.

Bir kimse halka el açmaktan azat olursa Hakk’ın kapısına koşar. O’nun yakınlık duygusunu bilir ve zengin olur. O’nun yakınlığı ile varlığa kavuşan, daima zikreder. Hakk’a şükreder, Hak’tan gayri kimseden bir talepte bulunmaz.

Sahralarda ve dağlarda dolaşır, haddinden fazla taam işleri ile meşgul olmazsan, gönül evinden hikmet gözleri açılır. Kalbini şeytandan koru. Onun en önemli silâhı halktır. Onların vasıtası ile seni yere serebilir. Önce kalbini güzelleştir. Sonra da dış cepheni…

Uğraşılması gereken en önemli iş, halkın içine dalıp manevi hâl üzere sebata bakmaktır. Ayrıca onları da manevi yolda geliştirip se­bat etmeye alıştırmaktır.

İnsanı, daima arzuları zindana atar.

Yusuf (a.s) Peygamber güzeldi. Kuyudan alındıktan sonra Yakup (a.s) Peygamber’i bul­mak istedi. Bu talep uğrunda kaçıp pederini bulmayı dilediği anda, onu gören âşık oldu. Bu olanlar ve onun zindana atılması şahsî talebi yüzünden oldu. Yani pederini, kendi kastı ile İlâhî bir emir olmadan bulmayı arzu etmesi sonundan hâsıl oldu. Tayin ettim birini aramızı bulsun; Varsın âlemle benim aram harap olsun.

* * *

Halkın nidacısı geldi, onu dinleyiniz. Halkın üzerimize yaptığı binaları yıkınız. Ta, yazılan yerine gelinceye kadar bu hâlde devam ediniz. Şimdilik konuşma. Su çekilsin ve kurbağa açıkta kalsın. Yer Hakk’ın ibadeti için hâli kalsın. Sırrın, O’nun katında kudret gemi­sine yüklensin. İç âlemine, o kudret gemisinde yürümenin ve yüksel­menin Allah adı ile olacağını telkin et.

Allah’ın kulları ile sohbet ederken dikkatli ol. Onlarla sohbet et­mek, aslanla olmaya benzer. O senin gayrınla doymaya bakar ve se­ninle meşgul olamaz. Ona gider, yakınına varır ve ona iltifat edersen seni sezer, gerekeni verir. Doğru zatlar hep böyledir. Onlar, daima bir şahsın sohbetinde bulunmaktan hâli kalmazlar.

Cüneyd’in arkadaşlarından bir zat vardı. Hatırına bir şeyler ge­tirir ve kimseye demezdi; ama Cüneyd onu anlardı. Aralarında şu konuşma geçti: “Kalbinden konuş!” dedi Cüneyd, “Konuştum; söyle bakalım ne dedim?” diye sordu arkadaşı, “Şöyle, şöyle konuştun!” “Hayır, öyle değil.” “Bir daha konuş.” “Konuştum!” söyle, “Şunu, şunu söyledin.”

Bu konuşma birkaç defa tekrar edildi. En sonunda Cüneyd Haz­retlerinin arkadaşı şöyle dedi: “Doğrusun; ben, kalbindeki safa âlemini denemek istedim. Had­dizatında hepsini bilmiştin.”

Onların kalbi, ilâhî iradenin mecraları ve ilâhî bilginin hazinesi­dir. İlâhî sırlar oradan zuhur eder. Kader hazineleri, yine kader va­disinde dolaşır gelir. O büyük zatların iç âlemleri, kader tümsekleri­ni aşıp uçtuğu zaman, ilâhî ilim ve esrarı bulur. Bir kuru sopadan ibaret olan odunla ne iş edilir? Mana âlemi olmayınca dış görünüş neye yarar? Bunlar, her bakımdan iflâs için­de oldukları gibi kör, sağır ve anlayışsızdır.

Bazı insanları anlatırlar: “Bir dileğinin yerine gelmesi için, zamanın şahına bir yıl dur­madan her gün yazmak suretiyle üç yüz altmış hikâye yazmış ve so­nunda da arzusu yerine gelmiş. O zat, bunları yazarken bir defa bile usanacak olmamış. Sen günün ve gecenin pek azını ibadete harcarken usanır, yılarsın. Hakk’ın Zât’ını bırakır, halk ile uğraşırsın. Bu hâlinle yukarıda anlatılan Zât’ı hiç hatırlamaz mısın? Mademki halkı kalbinde taşırsın, felah bulacağını umma.”

Halkı bırak, Hakk’a dön. Durağın, Hakk’ın yakınlık kapısının eşiği olsun. Orada devamlı duracak olursan sevgi ve yakınlık eli seni o canibe çeker ve oranın yerlisi olursun. Hatta oradaki güzel basa­makları ve yerleri görebilirsen, her yandan sana açıklık gelir; geniş­ler ve ferah bulursun.

Kanatların kuvvet bulur, onlarla gördüğün güzel binaların şe­ref yerlerini gezersin. O şeref yerleri senin burcun olur. Oraya çıkar­sın, düşecek olursan yine oranın avlusuna düşersin. O ev sahibinin eli üstünde döner durursun. Her çağrısı makbul olan bir dai olursun. Halkın iyiliğini diler­sen söylenen işleri yap. Aksi hâlde, boş hezeyanla uğraşma; onlara hiçbir faydan olmaz.

Namaz, halkı kalpten çıkarıp attıktan sonra kılınırsa, Hakk’a vuslat sayılır. O anda cisim ikiye ayrılmaz. O, ya Hak’la birleşir yahut halkla. Varlığını Hak yola harcayan zatların namazı budur. Diğer kulların namazına gelince, onlar cenneti kalplerinin sağına, cehenne­mi sollarına alırlar. Sırat köprüsünü önlerinde görür, Hakk’ı da bü­tün hâllerine vâkıf bilirler.

Sevgi ehlinin namazı ise, daha başkadır. Onlar halk âleminden tamamen ayrılır, Hakk’ın Zât’ı ile olurlar. Her şeyin bir belirtisi olur; sonra ona göre iş yapılır. Nefsin açık­ça onda bir eziklik sezer, hemen isteğini verirsin. Allah Teâlâ Haz­retleri şöyle buyurur: “(Rabb’in) ona, kötülüklerini ve iyiliklerini ilham etti.” (eş-Şems, 91/8) “Güldüren O’dur, ağlatan O’dur.” (en-Necm, 53/43)

Bu âyetlerin ahkâmı ile amel kolay olmaz. Ancak kalp, şahına vasıl olunca ilhamını O’ndan almaya başlar. O kez, ilham ve fiil te­cellisini görmeye başlarsın, hareketlerin onlara göre olmaya başlar. Kalbinde sağduyu varsa, tam varlığa ermeden de kalbine gelen şeytanî iğvâ ile ilâhî duyguları ayırt edebilir, dolayısıyla her şeyin iyi tarafını içinden duyar ve ona göre işler tutarsın.

Allah için bir sohbet arkadaşı talep ediyorsan, sakin hâlinin av­detini bekle. Gözlerinin uykuya daldığı saati ara. İyi bir abdest al, sonra namaza başla. Yapacağın iç temizliği ile namaz kapısını aç. Namazınla da Rabb’in kapısına yanaş. İşte bundan sonra Hak’tan sohbet arkadaşını talep et.

Yalvar ve şunları söyle: “En iyi sohbet arkadaşı kim? Kimdir bana delil olacak? Sen­den bana kim haber verecek? Tek olan zamanın ferdi kim? Halife kim? Vekil kim?”

O’ndan ümit kesme, çünkü o, Kerim’dir. Ümidini boşa çıkarmaz. Şüphe etme; kalbine ilhamlar yağdırır, sırrına ondan nidalar olur. İstediğin yönü açar. Kapılar bir bir açılır. Yollar ışıklanır. Her kim ciddi olur, arar ve çalışırsa arzu ettiğini bulur. Hak Teâlâ, bir âyet-i kerimede şöyle ferman buyurur: “O kimseler ki, uğrumuzda çabalarlar, elbette onlara hidayet yollarımızı açarız.” (el-Ankebût, 29/69)

Bu kelâm gerçeğin ifadesidir. Hastalık senin, Hakk’ın kelâmında şüpheye kapılma. Kalbini tek yöne bağla. Bütün cihetleri birleştir. Hepsi Bir için olsun. Böyle yaparsan O’na yakınlık hâli bulursun. Gayen O olsun. Nefsini düzelt, büyük zata teslim ol. Onunla sohbet ederken pen­çeli bir aslanla sohbet eder gibi ol. Ondan sakın. Kalbini ona karşı temiz tut.

Onun fakir hâlini görüp kaçma. Şanlı bir sülâleye mensup olma­dığına bakıp kalma. Bazı hâllerinde muhtemel hatalara gözünü dik­me. Dilinden iyi konuşma çıkmayabilir. Okuduğu ibarelerde tabir ha­tası da belki mevcuttur. Bunlar seni meşgul etmesin. Asıl mana onun derununda saklıdır. Dışındaki şeylerle eğlenme. Onun niyetini, zannına göre tevil edip mana çıkarma. Onun yüzünde kusur arama. Onun karşısına çıktığın zaman hemen söz etmeye heveslenme. Onun karşısında, maneviyata dair hâl izhar etme. Onun hâllerine bak. Rabb’inden neler alıyor, onu gör.

O, bir kâtiptir, emri başkası verir. O bir sefir, elçidir. O daima işarete bağlıdır. Uyma emri başka yönden gelir. O, bir işin tabirini yapar, esas ibare sahibi başkasıdır. Hak onun dilinden neler saçıyorsa kapmaya bak. Onun zevkini bozmaya kalk­ma. Onun çizdiği sınırı aşma. Başın eğik olsun. Korku ve çekinme hâlini bırakma. Onu ithama kalkma. Sözünde ve işinde kusur ara­ma. Akıllı geçinen zümrenin hepsinden üstün gör onu.

Hakk’ın sana nasip ettiği o zata teslim ol. Kendine göre seni Hakk’a çeviren o olsun. Onun gayrından gelen hiçbir şeyi kabul etme. Başkaları meyve getirirlerse yeme, bir şey sorarlarsa cevabını verme.

Dış yaratılışımız hayvanların yaratılışına benzer. Tabiatlarımız uyar. Ama bizi bazı önemli işler onlardan ayırır. Başta akıl, bizi o zümreden tamamen ayrı tutar. Sonra, meşru yola koyulmak, ilim sa­hibi olmak da, onların zümresinden bizi ayrı tutar. Hak yakınlığı, marifet, taat işleri, hayvanî zümreden bizi tamamen ayırt eder. Her şeye rağmen aslımız yine Bir’e çıkar.

Bazı büyük zatlar vardır. Onlar maddi olarak, halktan biri sayı­lır. Ama vasfında mevcut ilme sarıldığı zaman, ölünün dirilmesini isterse dirilir. Bir isyankâr, o zatı candan anıp taam talebinde bu­lunsa, tabaklar dolusu gelir.

O büyük zat, bazen insanlar arasında gezer, dünyalık alır. Aldı­ğını kendine sarf etmez. Sultanın hazinesine devreder. Onun bütün ihtiyacı Hak tarafından görülür. Vazifesi vardır, onu görür. Kendine has hiçbir iş görmez.

Allah Teâlâ senin için hayır diliyorsa, ayıklık nasip eder. Nef­sine ait kusurları bildirir. Hâliniz bir acayip. Âlim geçinenleriniz cahil. Cahiliniz bir şey öğ­renmez; mağrur durur. Zâhid geçinen kimseleriniz verilen her şeyi alır. Dinini dünyaya harcayıp bitirme, dini âhiret için harca. Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Rabb’inize tazarru ve sessizlik içinde dua ediniz; o haddi aşanları sevmez.” (el-A’râf, 7/55)

Şiddetle, ısrarla Hak’tan bir şey talep eden zahire dalmış, işin içine nüfuz etmemiş sayılır. Haddi aşan Hakk’ın gayrına taliptir ve arzularını O’ndan gayrına arz eder bir duruma düşer.

* * *

Abdullah b. Mes’ud (r.a) arkadaşlarına şöyle derdi: “Siz, kalbimin cilâsısınız.” Her kim dediklerimi Allah için dinler ve ondan faydalanırsa, kal­bim hoş olur, açılır. Aksi hâlde onlar yanımda durmasın, çünkü kal­bimi karartırlar.

İbrahim Peygamber ateşten halâs bulunca hayli zengin oldu. Malı mülkü çoğaldı. Şam’a gitti, orada büyük bir ev inşa etti. Orada bir münzevi hayatı yaşadı. Parayı bıraktı. Kendini ateşe atan kavmin çaresini aramadı. Onlar, o büyük peygamberin terbiyesini kabul etmediler. Onlar için Hak’la sohbetin, sevginin ve vuslatın bir değeri yoktu.

* * *

Biri şöyle soruyordu: “Hâle mi uyulur, yoksa kale (söze) mi?”

Şu cevabı aldı: Söze aldanan ancak avam tabakasıdır. Hâle ise, havas taba­kası uyar, o da ehli olanda bulunursa. Sen kimsin? Nabzını bana aç, hâlini bildireyim. Hastalığının neden ileri geldiğini teşhis edeyim, hastalık derecem söyleyeyim ve ondan kurtulma çarelerini arayayım.

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in önemli bir sünneti vardı. Hasta­ları ziyaret ederdi. Biz sağlara koşuyoruz. Gayretimize göre, ayaklarımız evlerinize gitmez. Ellerimiz, ma­lınızdan alıp yemez. Bu emri biz hâlden ve kader canibinden aldık.

Bir zat vardı. On erkek evladı olmuştu. Ölüm geldi, onu götürdü. Peder, hepsini sevmesine rağmen servetinin, onlardan en çok sevdiği birine kalmasını arzuluyordu.

Neticede kader hükmünü icra etti; on evladın dokuzu da birer birer öldü. En çok sevilen hayatta kaldı, cümle servet ona intikal et­ti. Bu kaderin bir hükmüydü. Olanda bir ayıp var mı? İşler yerini buldu vesselam. Allah’ım, halkın şerrini bizden uzak kıl. Nefsin şerrini bize uz­laştırma. Hevânın ve tabiatın şerrini bizden ırak eyle.

* * *

Sen, korkar olduğunu söylersin, ama o korktuğun denizde yüz­mektesin. Hâlbuki korku daha başka olur. Allah’tan, ancak O’nun bilgi sahibi kulları korkar. Onlar tam bilgi sahibi oldukları için korkarlar. Bir şeyin zarar vereceğini bilirsem ondan korkarım ve çekinirim. Ölüm sana mutlaka gelecek, işlerini ona göre yap.

Ey evi tavansız, ailesi unsuz, çocukları gömleksiz ve kaftansız, işte kış geldi. Kalk hazırlığını yap. İşte sultan geliyor, adımlarını hız­landır. Yırtıcı hayvan geliyor, ondan çekin, hele ölüm pençelisinden.

Her zamanda: “Sana ibadet eder ve Senden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 1/5) dediğin ke­lâmın şu demektir: “Sana taat eder ve seni tevhid ederiz.” Hakk’ı ne zaman tevhid edersen, amelinde ihlâs sahibi olur, hal­kın elindeki mala göz atmazsan o yüce kelâmın manasını yerine ge­tirmiş olursun. Riyayı, nifakı bırakıp kalben Hakk’a karşı zelil ol­duğunu gösterir sen onu tevhid etmiş olursun. Nefsin kötü isteği seni sıkıştırdığı zaman o hâlini Allah gördüğü için utanarak bırakırsan o yüce kelâmın tecellisi seni sarmış olur.

Şiddetli hırs anında, Yakup (a.s) Nebi’nin sabır parmaklarını ne zaman göreceksin? Saf, temiz ve masum hâlini ne zaman bulacak­sın? Masumluk hâli, ilâhî gayretten doğar. Bu hâlleri bulunca: “Sana kulluk eder ve Senden yardım dileriz!” (el-Fâtiha, 1/5) âyetinin tam manası sende tecelli eder.

Düşün o vakti, hani bir kadın, Yusuf (a.s) Nebi’yi arzulamıştı. Ama o istemedi, kaçtı. Bunu Hak Teâlâ şu âyet-i kerimesinde anlatır: “Böylece biz, ondan kötülüğü beri ettik; çünkü o, bizim muhlis kullarımızdandı.” (Yûsuf, 12/24)

Senin hâlin, ne zaman o peygamberin hâline benzeyecek?

O, kendisine teklif edilen şeyi kabul etmedi, Hakk’ın varlık bu­cağında hapse razı oldu. O tam yalnızlık bulduğu zaman Hak ona masumluk hâlini nasip etti.

Ey Allah’ın kulları, siz de onun gibi olunuz.

Ey müridler, doğruluk hâlini emaneten de olsa, benimsemeye bakınız ve ona sahip olabilmek için Allah’a yalvarınız, talep ediniz. Tevekkül, sebepleri bir yana atmak ve Hakk’ın Zât’ından başka her şeyi bırakmaktır. Kalp, ilâhî bir inkılâba uğrarsa melek derecesine yükselir ve on­ların duyup işittiğini duyar ve işitir, onların anladığını anlar. Sonra, ilerler, melekten de üstün olur.

Geylâni Hazretleri Musa’nın (a.s) hikâyesini anlattı:

O bir sırdır, hem de sırrın sırrı. Tur canibinden şuleyi gördü, ehlini bırakıp o tarafa yöneldi. O neler gördü? Ve neler görmedi ki? Baş gözü yalnız yanan bir şevk gördü, kalp gözü nur. Baş gözü halkı gördü, kalp gözü de Hakk’ı. Ehlini terk ederken şöyle diyordu: “Siz burada durun; ben bir şule görüyorum.”

Kalbi bir meczup gibi gidiyordu. Ne zevcesi onu Hak yoldan ala­bildi, ne çocuğu, ne de elindeki malı. O her şeye rağmen ehline şöy­le diyordu: “Siz durunuz; ben bir şule görüyorum.”

Ona yüksek çağrılar gelmişti. Kaderin kapıcıları onu yakalamış­tı; onların elinden kurtulmak kabil değildi. Onun kavmi geldi, ehlini ve çocuklarını alıp götürdü. Fakat Musa (a.s) Tur’a çıkmıştı; dışa­rıda olanlardan haberi yoktu.

Ey hüküm, yerinde dur. Ey ilim, ilâhî sırla beri gel. Ey nefis, sebat et. Ey sır ve kalp, ikiniz de cevap verin! Vah, bu sırları anlamayanların başına! Bu hâli göremeyenlere, inanmayanlara! Vah, o dinsizin kaybettiklerine, ilâhî nura karşı benliğine gerilecek perdeye ve çekeceği sıkıntıya. Ve o peygamber, ehline şöyle diyordu: “Durunuz, oraya varayım. Size belki bir haber getiririm. Yeri­nizde durunuz. Oradan yolu öğrenir, gelirim.”

Onlar yollarını şaşırmıştı, ortada öncüleri de yoktu; öncü kayıp­lara karışmıştı. Onlar için yalnız en iyi vekil ve en güzel bir kefil kal­mıştı. Madde sönmüş, mana yolu açılmıştı.

* * *

Geylâni Hazretleri bir yöne işaretle şöyle diyordu:

Keşke hiç yaratılmayaydın. Ve mademki yaratıldın, hikmetini bileydin. Kimin için yaratılmış olduğunu sezeydin. Ey uykucu, uyan. Seller çevreni sardı. Önündeki kim, hele bir gör. Yarın kıyamet kopa­cak, senden defterini isteyecekler, ona neler yazıldığını soracaklar: “Hocan kim, peygamberin kim?” diyecekler.

O gün senin için nesebin önemi olmaz. Bir gün Peygamber’e (s.a.v) sordular: “Senin akraban kim?” Şöyle buyurdu: “Kim ittikâ üzereyse odur.”

Sesini çıkarma, çünkü aklın ermiyor. Evin deniz kenarında ol­duğu hâlde susuzluktan ölmek üzeresin. İki adım at, Rahmân’a vasıl olursun. İki adımda nefsini ve halkı O’na bağlayabilirsin. Ey Hakk’ı dileyen, iki adım at, hem dünyayı, hem de öbür âlemi Hakk’ın Zât’ından ibaret görebilirsin.

Kurtuluş arıyorsan sözlerimin çekici altında sabra alış. Sözleri­min sertliğine dayan. Deliliğim tutunca, seni görmez olurum. Sırrım ve ihlâsım öç almaya kalkınca yüzüne bakmam.

İyilik istiyorum. Kötülüğün kalbinden gitmesini istiyorum. Evin­de çıkan yangını söndürmek azmindeyim. Haremini esirgiyorum. Gözlerini açmak ve önüne çıkacak o felâketi anlatmak istiyorum. Ayıl artık; azap askerleri, sorgu-sual erleri çevreni sardı.

Ey ahmak, sana yazık, yakında öleceksin.

Elinde her ne ki var, eriyip gidecek. İşte şu adam, çocuğundan ayrılacak ve evini terk ede­cek. Hanımını bırakacak ve toprağa batacak. Kabre girecek. Kar­şısına ya azap melekleri çıkacak yahut rahmet.

Ey yolcu ve ey bu âlemden intikali mukadder olan zat, sizlerden iyiliğini esirgemeyen zat, Sübhân’dır.

Ey manevi yoldan daima ilham alanlar, hâlbuki siz, o ilhamı görmemektesiniz.

Ey kendi başına tedbirler eden, bana haftada, ayda, hatta sene­de bir defa bile uğramazsın; bir habbeciğini bile vermezsin. O hâlde karşılıksız bir şeyler al. Al bunları, saklarsan öbür âlemde bir milyon olur.

Ağırlığımı duyar, sana vurmamdan korkarsın; korkma, korktu­ğun başına gelmez. Her hâlimde Allah’ım bana yeter.

Benden bir kelime kapmak için bin yıllık yolu kat etmeye azmet. Şu hâlinle senin hayli yol yürümeye ihtiyacın var. Sen zavallı bir cahilsin, ama bu hâlini gidermeye çalışmayan cinsinden. Sana, dün­yalık bir şeyler de versem, yine gönlün hoş olmaz.

Dünya senin gibi nicelerini şişirdi, sonra da yedi. Onları şehvetle, çok malla semirtti, sonra da yuttu. Biz dünyanın bir hayrını görmüş olaydık, ondan ötelere geçmezdik. Ayık olunuz, bütün işlerin sonu Allah’a varır. İçinde bulunduğumuz hâlin hepsi, Allah Teâlâ’dandır.

* * *

 

Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

أحدث أقدم

Öne Çıkanlar

Nefs