İbrahim Sûresi 1-8. Ayetlerin Tefsiri
ﷺ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla hamd yalnız Allah’ındır. Salat ve Selam ise Allah’ın Resulüne onun aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen duaları işitensin herşeyi bilensin.
İBRÂHÎM SÛRESİ – GENEL GİRİŞ
1. Sûrenin Adı ve İsmi
Sûre, 35. âyette adı geçen Hz. İbrâhîm (a.s.)’ın duasına atıfla “İbrâhîm Sûresi” adını almıştır. Bu dua, tevhid inancının, şükrün ve salih evlat dileğinin en güzel örneklerinden biridir. Sûrede hem Hz. İbrâhîm’in tevhid mücadelesi hem de Kur’an’ın insanları karanlıklardan nura çıkaran bir hidayet rehberi olduğu vurgulanır.
2. Nüzul Yeri ve Dönemi
İbrâhîm Sûresi’nin tamamına yakını Mekke’de inmiştir. Ancak birkaç âyetinin Medine’de nazil olduğu görüşü de vardır (bazı müfessirler 28-30. âyetlerin Medenî olabileceğini söyler). Genel olarak Mekke döneminin orta yıllarında nazil olduğu kabul edilir. Bu dönem, Müslümanların Mekke’de baskı altında bulunduğu, sabır ve tevhid bilincinin güçlendirildiği yıllardır.
3. Âyet Sayısı ve Mushaftaki Yeri
- Âyet sayısı: 52
- Kelime sayısı: Yaklaşık 831
- Harfi: 3500 civarında
- Cüz: 13. cüzde yer alır.
- Tertip sırası: 14. sûre
- Nüzul sırası: 72. sûre
4. Konusu ve Ana Teması
İbrâhîm Sûresi’nin ana teması tevhid, nübüvvet, şükür, sabır ve Allah’ın nuruna yönelmedir. Sûre, insanı hem Kur’an’ın nurlu rehberliğine uymaya hem de şirkten uzak durmaya çağırır.
Öne çıkan temel konular:
1- Kur’an’ın gönderiliş amacı: “Bu Kitap, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdik.” (İbrâhîm, 1)
2- Peygamberlerin daveti: Hepsi tevhid esasına çağırmış, kavimlerinin direnişiyle karşılaşmıştır.
3- Nankörlük ve şükür: “Eğer şükrederseniz artırırım, nankörlük ederseniz azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhîm, 7)
4- Hz. İbrâhîm’in duası:
- Mekke’nin emin bir şehir olması,
- Evlatlarının namaz ehli olması,
- Kalplerin Beytullah’a yönelmesi.
5- Kıyamet ve hesap sahnesi:
- Zalimlerin pişmanlığı,
-Şeytanın acizliği,
- Müminlerin selam yurdu cennetle müjdelenmesi.
5. Sûrenin Özeti
Sûre, Kur’an’ın hidayet misyonu ile başlar, insanın şükür veya nankörlük tercihiyle devam eder, peygamberlerin davet örnekleriyle güçlenir ve Hz. İbrâhîm’in duasıyla son bulur. Sûrenin başı “nur ve zulmet” kavramlarıyla açılır, sonu “cennet ve cehennem” hakikatiyle kapanır.
6. Sûredeki Ana Mesajlar
* Kur’an bir nurdur; insanı karanlıklardan çıkarır.
* Şükür, nimeti artırır; nankörlük azabı davet eder.
* İman, sabır ve tevekkül, müminin sığınaklarıdır.
* Nefsin azgınlığı ve şeytanın vaadi boştur; kurtuluş Allah’a teslimiyettedir.
* İbrâhîmî miras: Tevhid, dua, tevekkül ve ihlâstır.
7. Sûreden Hikmetli Dersler
* Hz. İbrâhîm’in duası müminlere dua adabını öğretir: önce Allah’ın nimetini hatırlamak, sonra ümmet için istemek.
* Şükür ayeti (14/7) insanlık tarihinin en büyük denklemini verir: “Şükrederseniz artırırım.”
* Peygamberlerin örnekliği, her dönemde hakikat mücadelesinin sabırla yürütüldüğünü gösterir.
* Kıyamet sahneleri, insanın dünyada yaptığı tercihlerle ahirette yüzleşeceğini hatırlatır.
8. Sûrenin Ruhî ve Tasavvufî Yorumu
Tasavvufî açıdan İbrâhîm Sûresi, “zulmetten nura hicret” sürecini anlatır.
* “Karanlıklardan aydınlığa çıkarma” (1. âyet) sülûkun başlangıcıdır.
* “Şükrederseniz artırırım” (7. âyet) velâyetin kapısıdır.
* “Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelenleri namazı kılanlardan eyle” (40. âyet) mürşidlerin ve salihlerin niyazıdır.
Bu yüzden sûrenin ruhu, imanla aydınlanan kalbin seyridir.
9. Sonuç
İbrâhîm Sûresi,
- Tevhid inancını güçlendirir,
- Şükrü hayatın merkezine koyar,
- Kalbi dua ile diriltir,
- Nefsi nankörlükten arındırır,
- Ve müminin yolunu nura yöneltir.
Birinci Grup (1-4. Ayetler)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم
الٓرٰ۠ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ
Elif-lâm-râ(c) kitâbun enzelnâhu ileyke lituḣrice-nnâse mine-zzulumâti ilâ-nnûri bi-iżni rabbihim ilâ sirâti-l’azîzi-lhamîd(i)
1- “Elif, Lam, Ra. Bu insanları rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, Aziz ve Hamid olanın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.”
Ayeti kerimede ön plana çıkan peygamberin görevi açıkça ortaya konulmaktadır. karanlıklar, aydınlık ve rablerinin izniyle ifadeleridir. Yine bundan önce gördüğümüz Hurûf-u Mukattaa (الٓرٰ - Elif, Lâm, Râ) harfleri ile başlamaktadır: Bu harflerin manası hakkında kesin bir rivayet yoktur. Ancak bazı rivayetleri tekrarlamakta sakınca olmasa gerek onlar da şunlardır:
- Bunların Allah ile Peygamber arasında bir sır olduğu.
- Kur'an'ın bu harflerden oluştuğu halde, müşriklerin benzerini getirememesine bir meydan okuma (i'caz) olduğu.
- Bu harflerin, surelerin başlarında dikkat çekmek ve insanların Kur'an'ı dinlemeye hazırlanmasını sağlamak olduğu rivayet edilir.
"Karanlıklar ve Aydınlık": Sahâbe ve Tabiîn, bu ifadeyi genellikle küfür, şirk, cehalet, bâtıl inanç ve sapıklık yolları (zulûmât) ile iman, tevhid, ilim ve hidayet yolu (nûr) olarak tefsir etmişlerdir. "Zulûmât" kelimesinin çoğul (zulmetler), "Nûr" kelimesinin ise tekil gelmesi, küfür yollarının çokluğuna karşın hakikat yolunun sadece tek olduğuna bir işaret olarak rivayet edilmiştir. Bu kitabın nuru ile insanları aydınlığa taşıması için Hz. Peygambere indirilmiş o’da tebliğ etmekle imanın nuruna sizi sevk eder. Sapkınlık karanlıklarından kararmış kalpleriniz işlediğiniz her bir günah için siyah bir leke vurulur o küçük lekeler çoğalınca kalp kapkara olur. Bu karanlık bataklığından sizi çıkarmak için kur’an indirilmiştir.
Kur'an'ın temel işlevini, insanlığı yanlış inanç, ahlaksızlık ve kargaşa vb. ortamların karanlıklarından çıkarıp, mutlak hakikat ve doğru inancın nuru iman aydınlığa olan Allah'ın yoluna iletmektir. "Rablerinin İzniyle" Peygamber sadece tebliğ görevi olduğu vurgulanır. Hidayet verme gücünün yalnızca Allah'a ait olduğunu, Kur'an'ın bile ancak Allah'ın irade etmesi ile insanları aydınlatabileceğini ifade eder. Bu ifade, Peygamber'in acizliği olarak değerlendirilmemelidir. Bu Allah'ın kudretinin mutlaklığını gösterir.
"el-Azîzi'l-Hamîd (güçlü ve övülmeye lâyık olanın) Yolu": Allah'ın iki ismi olan Azîz (karşı konulamaz güç sahibi) ve Hamîd (her türlü övgüye layık) ile vasfedilen bu yol, hem şeriatın hükümlerine karşı gelinemeyeceğini hem de bu yolun mükemmel ve övgüye değer olduğunu gösterir.
Tasavvufi olarak işari tefsşirlerde; "Karanlıklar (Zulûmât)"ın İçsel olarakta ele alır. Dışta gerçekleşen karanlıklar, küfür ve cehalet olabilir. Aynı zamanda içsel karanlıklar da, nefsin kötü huyları, şehvetler, dünya sevgisi, kibir, riya gibi kalbi örten manevi perdelerdir.
"Aydınlık (Nûr)" ise; Kalp gözünün açılması, marifetullah (Allah'ı bilme), ihlas, takva ve tasavvufi terbiye yoluyla elde edilen huzur ve manevi yükseliştir.
“Bir kitaptır”’dan maksat, sadece okunup anlaşılan zahirî metin değil, aynı zamanda Kur'an'ın kalbe inmesiyle nefsin karanlıklarının aydınlığa kavuşmasıdır. Kur'an, müridin kalbini temizleyen ve onu fena (yok oluş) makamından beka (sonsuzluk) makamına ulaştıran bir kılavuzdur.
"Rablerinin İzniyle" Sûfiye göre bu izin, mürşid-i kâmil (olgun rehber) aracılığıyla veya Allah'ın özel bir lütfu ve tecellisiyle gerçekleşen manevi bir açılımdır. Kişi, ne kadar çalışırsa çalışsın, kalbin nura kavuşması Allah'ın özel lütfu ve iznine bağlıdır.
Bu ayet, özetle Kur'an'ın temel misyonunun hem bireysel hem de toplumsal düzeyde cehalet, küfür ve nefsi arzulardan ibaret olan karanlıkları, bilgi, iman ve ilahi ahlaktan ibaret olan aydınlığa dönüştürmek olduğunu, bunun da yalnızca Allah'ın mutlak izni ve iradesiyle mümkün olacağını bildirir.
اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ
(A)llâhi-lleżî lehu mâ fî-ssemâvâti vemâ fî-l-ard(i)(k) veveylun lilkâfirîne min ‘ażâbin şedîd(in)
2- “O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa onundur. Şiddetli azaptan dolayı veyl kâfirlere!.”
Ey Muhammed, senin, insanları karanlıklardan çıkarıp üzerine sevk edeceğin o aydınlık yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Hiçbir şeye sahip olmayan putların ve tağutların yolu değildir. Sana indirilen bu kitaba inanmayan kâfirlerin, uğrayacakları şiddetli azaptan dolayı vay hallerine. Birinci ayette bahsedilen "el-Azîz ve'l-Hamîd" (Güçlü ve Övülmeye Lâyık Olan) Allah'ın mutlak kimliğini ve kâinat üzerindeki sınırsız mülkiyetini açıklayarak, bu gerçeği reddedenleri bekleyen sonucu bildirmektedir.
Yolun sahibi olan Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Mâlik'idir. "Veylün" (وَيْلٌ) şiddetli azap, helâk, yazıklar olsun gibi anlamların yanı sıra, bazı rivayetlerde "Cehennem'deki bir vadinin adıdır" şeklinde de geçer. Bu rivayetler, ifadenin tehdit ve azabın dehşetini pekiştirdiğini gösterir.
Mülkiyetini, kudretini ve yolunu küfrüyle örten kişi, sadece bir inanç reddini değil, varoluşsal bir gerçeğinde üzerini örtmektedir. Kafirlere şiddetli azap tehdidi Kur'an'ın getirdiği aydınlığı reddetmenin ve yalanlamanın doğuracağı kaçınılmaz bir sondur.
Sufiler, "kâfir" kavramı hakkında, gaflet perdesiyle kalbini örten ve hakkın nurunu idrak edemeyen kişi olarak bahsederler. Mülkün Allah'a ait olduğunu dille söylese bile, kalbiyle dünyaya ve maddeye tapan kişi, hakiki kâfirdir.
"Şiddetli azap (azâbin şedîd)" ise, sadece uhrevi bir ceza değil, aynı zamanda Allah'tan ayrı kalmanın (firak) verdiği manevi ızdıraptır. Kulun dünyada Allah'ın tecellilerini görememesi, O'nunla manevi huzuru yakalayamaması, tasavvufi açıdan en şiddetli azaptır. İbadetleri ve amelleri gösteriş (riya) için yapanların kalbi de bu manevi azapla yanar.
اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًاۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ بَع۪يدٍ
Elleżîne yestehibbûne-lhayâte-ddunyâ ‘alâ-l-âḣirati veyesuddûne ‘an sebîli(A)llâhi veyebġûnehâ ‘ivecâ(en)(c) ulâ-ike fî dalâlin ba’îd(in)
3- “Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte bunlar uzak bir sapık içindedirler.”
Bu ayet, bir önceki ayette (2. ayet) kendilerine şiddetli azap vaadedilen kâfirlerin (inkârcıların) temel ahlaki ve psikolojik özelliklerini üç başlık altında açıklar.
Ey Muhammed, Peygamberliğine ve sana indirilen bu kitaba iman etmeyen ve şiddetli bir azaba uğratılacak olan kâfirler, dünya hayatını âhirete tercih ederler. Yine onlar, insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Ayrıca onlar, Allah’ın dosdoğru olan yolunu, yalan ve iftiralarla insanlara eğri göstermeye çalışırlar. İşte bu kâfirler, derin bir sapıklık içindedirler.
"Dünyâ'yı âhirete tercih etmeleri" Bu tercih, dünyayı üstün tutma, öne alma, dünya hayatının nimetleri için amel etmektir. Bu onların temel inanç ve davranışlarının sebebidir. Dünya hayatının geçici nimetlerine ve şehvetlerine, ahiretin ebedi saadetinden daha çok değer vermeleri, kısa görüşlülüklerinin bir göstergesi olarak nakledilir.
"Allah yolundan alıkoymaları" Bu, onların pasif bir inkârcı değil, aktif bir muhalif olduklarını gösterir. İnsanların İslam'ı öğrenmesini, tevhidi kabul etmesini ve doğru yolu bulmasını engellemek için çaba gösterirler.
"Onun eğrilmesini istemeleri": Allah'ın yolu (sırat-ı müstakim) dosdoğrudur. Onlar ise bu doğru yolun eğri, yanlış veya baskıcı gösterilmesini, böylece insanların o yola girmesini zorlaştırmayı isterler.
İbni Kesir bu konuda şunlar söylemektedir: “Yani onlar, yüce Allah’ın yolunun eğri büğrü olmasını isterler. Halbuki bu yol dosdoğrudur. Ona muhalefet edenlerin ona zararı olmaz. Onlar bun yolun eğrilmesini istemekle haktan alabildiğine uzak ve bu bu durumda kaldıkları sürece salahları umulmayacak kadar büyük bir bilgisizlik ve sapıklık içerisindedirler.” Bu, doğruyu çarpıtma çabasıdır.
Ayet, inkârcılığın temelindeki mantık hatasını vurgular. Baki (kalıcı) olanı fâni (geçici) olana tercih etmek, akıl ve hikmetten uzaktır. Mademki Allah tüm kâinatın sahibidir (2. ayet), O'nun koyduğu ebedi yolu reddedip geçici bir dünyaya bağlanmak, temel bir yargı hatasıdır.
Derin bir sapıklık geri dönüşü zor, kökleşmiş ve uzak bir sapmadır. Bu sapıklık, sadece inançta değil, ahlakta ve yaşam biçiminde de belirgindir. Bu sapıklığın sebebi, sadece kendilerinin sapması değil, başkalarını da alıkoyarak ve yolu eğriltmeye çalışarak, sapıklıklarını aktif bir misyon haline getirmeleridir.
Tasavvuf ehline göre, bu âyet dünya sevgisinin kalbi kararttığını anlatır. İmam Gazâlî der ki: “Dünyayı seven, âhireti unutandır. Kalbinde iki sevgi bir arada bulunmaz. Kalbini dünyaya bağlayan, Allah yolundan sapar.” Şeyh Sâdî Şîrâzî de şöyle der: “Dünyayı seven, aklını rehin verir. Kalbi kararan, Hakk’ın nurunu göremez.” Bu açıdan, âyet sadece inkârcılara değil, dünyaperest müminlere de uyarıdır: Dünyayı amaç hâline getiren herkes, farkında olmadan “Allah yolunun eğrilmesini isteyen” bir hâl alabilir.
Bu ayet, özetle inkârcılığın sadece bir inançsızlık değil, aynı zamanda pratik bir tercih (dünyayı seçme) ve aktif bir eylem (engelleme ve çarpıtma) olduğunu vurgular, bunun sonucunun da geri dönüşü zor olan derin bir sapıklık olduğunu bildirir.
Bu, zahirde dünya malına düşkünlükken, işârî olarak nefsin isteklerini ve geçici hevesleri, hakikatin ve Allah rızasının önüne geçirmektir. Gerçek kâfir, kalbini dünya sevgisiyle karartıp, ahiret bilincinden uzaklaşandır.
İbrahim Sûresi 3. âyet bize şunu öğretir:
1. İman, sadece bir söz değil, bir tercih meselesidir: Dünya mı, âhiret mi?
2. Dünya sevgisi, insanı hakikatten uzaklaştırır.
3. İnsanları saptırmak, sadece bir günah değil, derin bir zalimlik ve sapıklık hâlidir.
4. Hak yolunu eğri göstermek, dinin en büyük tahrifidir.
وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Vemâ erselnâ min rasûlin illâ bilisâni kavmihi liyubeyyine lehum(s) feyudillu(A)llâhu men yeşâu veyehdî men yeşâ(u)(c) vehuve-l’azîzu-lhakîm(u)
4- “Biz her peygambere mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın. Bundan sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir ve o Aziz’dir Hakim’dir.”
Her kavme kendi diliyle konuşan bir peygamber gönderdik ki bu Allah'ın lütfudur. Onlar istediklerini ve kendilerine gönderilen mesajı anlayabilmeleri için kendi dilleriyle gönderilen resullerden dinleyip öğrenmelerini böylelikle Allah'a karşı ileri sürebilecekleri delilleri kalmasın mazeret kapıları kapansın diye göndermiştir. Yinede delalet sebeplerini tercih edip sapkınlığa ve dünyaya, yalanlamaya sarılanları da saptırır. Peygamberlerin kendisine vahyedileni ortaya koyup açıklamalarıyla delillerin ortaya çıkmasından sonra doğru yola yönelmek isteyen kimseleri de Allah doğru yola iletir. Çünkü O, Aziz’dir. O’nun emirlerine karşı çıkılamaz. Çünkü O Hakim’dir. İşlerinde sonsuz hikmet sahibidir. Saptırılmayı hak eden kimseyi saptırır, layık olan kimseleri de hidayete iletir. O ancak yardımsız bırakılmayı hak etmiş olanlara yardım etmez, başarıya layık olanlara da kendi lütuf ve ihsanı ile başarı verir.
Burada Hidayet ve dalâletin yaratıcısı ve belirleyicisi Allah'tır. Rivayetlerde, bu ifadenin, Peygamber'in tebliğdeki başarısının bile kendi gücüyle değil, tamamen Allah'ın izni ve iradesiyle gerçekleştiğini vurguladığı belirtilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî der: “Söz kulakla duyulur, fakat beyan kalbe iner. Kalp hazır değilse söz sadece ses olur.”sözü iletmek ve açıklamak peygamberden, tesiri Allah’tandır.
Mürşidler, müridlerinin hallerini ifade eden dili tercih etmelidirler. Mürşid, müridin manevi seviyesine, ihtiyaçlarına ve kalbindeki perdelere uygun bir lisan ve terbiye metodları kullanmalıdır. Hakikat, ancak bu hâl diliyle (kalpten kalbe) beyan edilebilir. Çünkü Tasavvuf ehline göre “lisân” sadece konuşulan kelimeler değildir; her insanın bir anlayış dili, bir istidat dili, bir hâl dili vardır. Mesela Kimine korku diliyle, kimine sevgi diliyle, kimine hikmet diliyle, kimine ibret diliyle hitap edilir. Mevlânâ şöyle der: “Her kulun gönlünde ayrı bir kapı vardır. Allah o kapıya o gönlün dili ile seslenir.” İmam Gazali der ki: “Hidayet, kulun kalbinde yaratılan bir nurdur. Bu nur için kalp temiz olursa, Allah o nuru gönderir.”
Tasavvufi olarak özet olarak şunları diyebiliriz:
1. Allah herkesin kalbine onun anladığı dilden hitap eder. Kalbin dili ne ise tecelli o dilden olur.
2. Hakikati beyan etmek peygamberin işidir; anlamak ise kalbin temizliğiyle olur.
3. Hidayet, kalpteki nura verilen karşılıktır. Delalet, kalbin kendi kirine mühürlenmesidir. Her şey ilâhî hikmet üzeredir. Allah bu nuru, kalbi temiz ve yönelişi doğru olana verir.
4. Dalalet, kalbin kendi perdesidir. Kul kalbini kirletir, Allah ise o kire uygun karanlığı yaratır.
5. İlâhî mesajın anlaşılması için kalp safiyeti şarttır. Kalpte kibir, hevâ ve dünya sevgisi oldukça, hidayet kapıları açılmaz.
6. Allah’ın hidayeti de dalaleti de hikmet üzeredir. O’nun hiçbir hükmü sebepsiz değildir; Azîz’dir (mutlak kudret sahibi), Hakîm’dir (hikmetle yapar).
7. Tasavvuf ehli için “lisân” sadece kelime değil, hâl ve istidat dilidir. Allah, kulunu hal diliyle eğitir; kimi musibetle, kimi nimetle, kimi ilhamla.
8. Hak yolundaki asıl engel dışarıdan değil, içeridedir. Hidayeti engelleyen; nefis, kibir ve perdelerden başka bir şey değildir.
9. Kişi kalbini arındırdıkça hidayet tecellisi güçlenir. Kalbin tasfiyesi, hidayetin artmasına vesiledir.
10. Bu âyet, tasavvufta “kalbin dili” kavramının temel dayanağıdır. Allah’ın tecellisi, kulun gönlüne uygun kapıdan gelir.
Velekad erselnâ mûsâ bi-âyâtinâ en aḣric kavmeke mine-zzulumâti ilâ-nnûri veżekkirhum bi-eyyâmi(A)llâh(i)(c) inne fî żâlike leâyâtin likulli sabbârin şekûr(in)
5- “Andolsun ki biz Musa'yı: “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda sabredip şükreden herkes için ayetler vardır.”
Ey Resulüm bütün insanları karanlıktan nura çıkarmak ve davet etmek için üzerine bir kitap indirdiğimiz gibi Musa'ya da israiloğullarına ayetlerimizi göndermiş bulunuyoruz. Buna göre Hz Muhammed ve Hz Musa benzer bir misyonla özdeşleştiği görülmektedir. Hz Musa'ya verilmiş yükümlülüğün ilki karanlıklardan aydınlığa çıkartmak, ikincisinin ise ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat diye ayetlerimizde gönderdik buyruğuyla dile getirildiğini görüyoruz. Yani onlara ümmetinin başına gelen bir takım vakıaları hatırlat ve uyar.
Allah teala, Hz. Musa'ya dokuz mucize vermiş bunlarla onun hak Peygamber olduğunu ispat ederek kavminin ona iman etmesini istemiştir. Bu dokuz mucizeden beşi, A'raf Suresinin yüz otuz üçüncü âyetinde zikredilmiş ve bunların, Tufan, Çekirge, Haşere, Kurbağa ve kan olduğu beyan edilmiştir. Diğer mucizelerin de Asâ, Yed-i Beyza (Beyaz el), Denizin yarılması ve kıtlık yılları olduğu zikredilmiştir.
Her nefis taşıyan kulun içinde bir firavun (bencil nefs-i Emmare) ve bu firavun’un köleleştirdiği bir kalp (Beni israil) olduğu işaret edilir. "Karanlıklardan aydınlığa çıkarmak" emri, mürşidin, müridin kalbini dünya sevgisi, kibir ve benlik (nefsanî karanlıklar) zindanından tevhid nuruna ulaştırma çabasıdır.
İsrailoğullarını karanlıklardan nura çıkarmak, kulun nefs karanlığından ruh nuruna yükselmesine işarettir. Musa kelimullah, ruhun rehberidir; Firavun ise nefstir. “Allah’ın günleri”, kalbe gelen ilahî tecelliler, uyanış anlarıdır. Manevî yolculuk sabırla başlar, şükürle tamam olur. Nur, kalbe sadece teslimiyetle doğar. Her kulun hayatında “Allah’ın günleri” vardır: tövbe anı, uyanış anı, hidayet anı… Karanlıktan nura çıkış, tasavvufî terbiyenin özüdür. Bu ayet, seyr-i sülûkün “zulmet → nur” yolculuğunu özetler. Kalp, ilahî tecellileri hatırladıkça nur artar. Sabır ve şükür, hakikat yolunun iki temel direğidir.
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِهِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ اَنْجٰيكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِ وَيُذَبِّحُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟
Ve-iż kâle mûsâ likavmihi-żkurû ni’meta(A)llâhi ‘aleykum iż encâkum min âli fir’avne yesûmûnekum sû-e-l’ażâbi veyużebbihûne ebnâekum veyestahyûne nisâekum(c) vefî żâlikum belâun min rabbikum ‘azîm(un)
6- “Hani Musa kavmine şöyle demişti: “Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Çünkü O, sizi azabın kötüsüne uğratan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakan Firavun hanedanından kurtarmıştır. Bunda rabbinizden büyük bir imtihan vardır.”
Hz. Musa, kavminden, Allah'ın, kendilerine vermiş olduğu nimetleri hatırlamalarını istiyor böylece hakka yönelip imanda karar kılmalarını talep ediyor. Zira rableri onları, kadınlarına ilişmek sizin en kötü işkencelere maruz bırakan Firavunun elinden kurtarmış ve Hz. Musa vasıtasıyla onları insanca yaşamaya kavuşturmuştu. Ne yazık ki İsrailoğullarının şımarık olanları bütün bu nimetleri unutmuş ve zaman zaman inkâra ve sapıklığa düşmüşlerdir.
وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ
Ve-iż teeżżene rabbukum le-in şekertum leezîdennekum(s) vele-in kefertum inne ‘ażâbî leşedîd(un)
7- “ Hayır rabbiniz: “ şükrederseniz And olsun ki size arttırırım. nankörlük ederseniz bilin ki muhakkak azabını çok şiddetlidir, diye bildirmişti?”
Yine bir zaman Musa, kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, hatırlayın, hani bir zaman rabbiniz size şunu bildirmişti; "Yemin olsun ki sizi Firavundan kurtarmam gibi nimetlerime karşılık şükreder ve bana itaatta bulunursanız size olan nimetlerimi mutlaka artırırım. Şayet bu nimetlerime karşı nankörlük eder ve bana itaatta bulunmazsanız, şükretmeyip onları gizleyecek ve inkar edecek olursanız iyi bilin ki benim azabım pek çetindir. Hem dünyada hemde ahirette sizleri cezalandırırım. Benim azabım Firavunun ve benzerlerinin azabına benzemez.
اَفَمَنْ يَعْلَمُ اَنَّمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ اَعْمٰىۜ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِۙ
Efemen ya’lemu ennemâ unzile ileyke min rabbike-lhakku kemen huve a’mâ(c)innemâ yeteżekkeru ulû-l-elbâb(i)
Hz. Musa, kavmini uyararak, sözlerine şöyle devam etmiştir. Allahın nimetlerine karşı şükretmeniz, sizin menfaatinizedir. Şayet bu nimetlerin şükrünü yerine getirmeyip nankörlük edecek olursanız Allah'a hiçbir zarar veremezsiniz. Zira Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve çokça övülendir. Burada hz. Musa as. tehdit değil hakikate davet etmektedir. İnsanların imanı ya da inkârı, Allah'a ne bir fayda sağlar ne de bir zarar verir.
Bu ayetin manası, Efendimiz'in (s.a.v.) kutsî hadislerinden biriyle tam olarak örtüşür: "Ey kullarım! Sizin ilkleriniz ve sonlarınız, insanlarınız ve cinleriniz, içinizdeki en takvalı bir adamın kalbi üzere olsalar, bu, benim mülkümden hiçbir şeyi artırmaz. Ey kullarım! Sizin ilkleriniz ve sonlarınız, insanlarınız ve cinleriniz, içinizdeki en facir bir adamın kalbi üzere olsalar, bu, benim mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez. Ey kullarım, şayet sizin geçmişleriniz, gelecekleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir yerde durup benden istekte bulunmuş olsalar ben de herkese istediğini versem, bu benim nezdimde bulunan şeylerden, ancak denize batırılan bir iğnenin, deniz suyundan eksilttiği kadar bir miktar eksilmiş olabilir." (Müslim, Birr 55)
O'nun insanlara gönderdiği tüm emirler (iman, şükür, ibadet) ve nehiyler (yasaklar), O'nun bir ihtiyacını karşılamak için değil, bizzat insanlığın kendi faydası içindir. İnsan, kendi saadeti için inanır ve şükreder. Allah'ın Hamîd olması, O'nun eylemlerinin ve takdirlerinin mutlak adalet ve övgüye lâyık olduğunu gösterir. İnsanlar küfretse de, O'nun adaleti ve hikmeti değişmez. Küfür ve azap, bu Hamîd olanın koyduğu evrensel ve ahlaki yasalara karşı gelmenin kaçınılmaz doğal sonucudur.

إرسال تعليق
İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...