El-A’râf Sûresi 172-206. Ayetlerin Tefsiri
Tarih: 11 .03. 2025
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ ﴿١٧٢﴾ اَوْ تَقُولُٓوا اِنَّمَٓا اَشْرَكَ اٰبَٓاؤُ۬نَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْۚ اَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ ﴿١٧٣﴾ وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ ﴿١٧٤﴾ وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّذ۪ٓي اٰتَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاو۪ينَ ﴿١٧٥﴾ وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلٰكِنَّهُٓ اَخْلَدَ اِلَى الْاَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوٰيهُۚ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِۚ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْۜ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ﴿١٧٦﴾ سَٓاءَ مَثَلًاۨ الْقَوْمُ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ ﴿١٧٧﴾ مَنْ يَهْدِ اللّٰهُ فَهُوَ الْمُهْتَد۪يۚ وَمَنْ يُضْلِلْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿١٧٨﴾ وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ ﴿١٧٩﴾ وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ﴿١٨٠﴾ وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟ ﴿١٨١﴾ وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ ﴿١٨٢﴾ وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ ﴿١٨٣﴾ اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ ﴿١٨٤﴾ اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ ﴿١٨٥﴾ مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿١٨٦﴾ يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ ﴿١٨٧﴾ قُلْ لَٓا اَمْلِكُ لِنَفْس۪ي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ وَلَوْ كُنْتُ اَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِۚ وَمَا مَسَّنِيَ السُّٓوءُ اِنْ اَنَا۬ اِلَّا نَذ۪يرٌ وَبَش۪يرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟ ﴿١٨٨﴾ هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ اِلَيْهَاۚ فَلَمَّا تَغَشّٰيهَا حَمَلَتْ حَمْلًا خَف۪يفًا فَمَرَّتْ بِه۪ۚ فَلَمَّٓا اَثْقَلَتْ دَعَوَا اللّٰهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ اٰتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِر۪ينَ ﴿١٨٩﴾ فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَٓاءَ ف۪يمَٓا اٰتٰيهُمَاۚ فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ ﴿١٩٠﴾ اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْـًٔا وَهُمْ يُخْلَقُونَۘ ﴿١٩١﴾ وَلَا يَسْتَط۪يعُونَ لَهُمْ نَصْرًا وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ ﴿١٩٢﴾ وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَتَّبِعُوكُمْۜ سَوَٓاءٌ عَلَيْكُمْ اَدَعَوْتُمُوهُمْ اَمْ اَنْتُمْ صَامِتُونَ ﴿١٩٣﴾ اِنَّ الَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ عِبَادٌ اَمْثَالُكُمْ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَج۪يبُوا لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿١٩٤﴾ اَلَهُمْ اَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَاۘ اَمْ لَهُمْ اٰذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَاۜ قُلِ ادْعُوا شُرَكَٓاءَكُمْ ثُمَّ ك۪يدُونِ فَلَا تُنْظِرُونِ ﴿١٩٥﴾ اِنَّ وَلِيِّيَ اللّٰهُ الَّذ۪ي نَزَّلَ الْكِتَابَۘ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِح۪ينَ ﴿١٩٦﴾ وَالَّذ۪ينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِه۪ لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَكُمْ وَلَٓا اَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ ﴿١٩٧﴾ وَاِنْ تَدْعُوهُمْ اِلَى الْهُدٰى لَا يَسْمَعُواۜ وَتَرٰيهُمْ يَنْظُرُونَ اِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ ﴿١٩٨﴾ خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِل۪ينَ ﴿١٩٩﴾ وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٢٠٠﴾ اِنَّ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا اِذَا مَسَّهُمْ طَٓائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَاِذَا هُمْ مُبْصِرُونَۚ ﴿٢٠١﴾ وَاِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ ﴿٢٠٢﴾ وَاِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِاٰيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَاۜ قُلْ اِنَّمَٓا اَتَّبِعُ مَا يُوحٰٓى اِلَيَّ مِنْ رَبّ۪يۚ هٰذَا بَصَٓائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ ﴿٢٠٣﴾ وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٢٠٤﴾ وَاذْكُرْ رَبَّكَ ف۪ي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخ۪يفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِل۪ينَ ﴿٢٠٥﴾ اِنَّ الَّذ۪ينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِه۪ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ ۩ ﴿٢٠٦﴾
172- “Hani Rabbin Ademoğullarının sulbünden zürriyetlerini çıkarmış ve kendilerini nefislerine karşı şahit tutmuş: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da: “Evet, biz buna şahidiz.” demişlerdi. Kıyamet günü: “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz.”
Müfessirler, nakillere dayanarak âyetin zahirî mânâsını almışlar ve Allah Teâlâ’nın, bütün insanları zerrecikler halinde Hz. Âdemin sulbünden çıkarıp akıl verdiğini ve onlara, rableri olduğunu ikrar ettirdiğini, daha sonra beşer olarak dünyaya gelen insanlardan bir kısmının bu sözlerine sadık kaldıklarını bir kısmının da sözlerinden döndüklerini açıklamışlardır.
Abdullah b. Abbas da Peygamber(ﷺ) efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir; "Allah, Âdemin sulbündeki zerreciklerden söz aldı ve onun sulbünden yarattığı her zürriyeti çıkardı. Onlar, zerrecikler halinde önüne dizdi sonra hepsiyle yüzyüze konuştu ve onlara bu âyetleri bildirdi.
Abdullah b. Amr Resulullah (ﷺ)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Âdemin sulbünden, daha sonra meydana gelecek olan insanlar, tarağın, baştan bir şeyleri alması gibi alınıp çıkarıldılar. Sonra Allah onlara: "Ben sizin rabbiniz değil miyim" diye sordu. Onlar da: "Evet sen bizim rabbimizsin." dediler. Melekler de kıyamet gününde: "Biz böyle bir şey hatırlamıyoruz" dememeniz için bizler şahidiz." dediler.
Müslim b. Yesar diyor ki: "Ömer b. Hattab (R.a)’dan bu âyet hakkında soruldu. Ömer şu cevabı verdi. "Ben bu âyetin, Resulullah'tan sorulduğunu duydum. Resulullah (ﷺ) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah Âdemi yarattı. Sonra onun sırtını sağı ile meshetti. Âdemden zürriyetler çıkan ve: "Bunları cennet için yarattım, bunlar, cennetliklerin amellerini işleyeceklerdir." dedi ve tekrar Âdem´in sırtını meshetti. Yine ondan zürriyetler çıkardı ve: "Bunları da ateş için yarattım. Bunlar cehennemliklerin amellerini işleyeceklerdir." dedi.
Übey.b. Kâ’b’dan bu âyetin izahı hakkında şunları söylediği rivayet edilmektedir: "Allah, Âdem’in soyundan gelecek olan insanları onun sulbünde toplamış, onlara can vermiş ve onları şekillendirmiştir. Sonra onları konuşmalarını istemiş onlar da konuşmalardır. Daha sonra bunlardan ahd almış ve bunları, kendi nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin rabbiniz değil miyim" demiş onlar da: "Evet, şahidiz sen bizim rabbimizsin." diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Allah: "Ben de yedi kat göğü ve yedi kat yeri ve atanız Âdemi, kıyamet gününde: "Biz bunu bilmiyorduk." dememeniz için size karşı şahit tutuyorum. Bilin ki benden başka ne bir ilah ne di bir rab vardır. Hiçbir şeyi bana ortak koşmayın. Ben sizlere, sizden aldığım ahdi size hatırlatacak Peygamberlerimi göndereceğim ve sizlere kitaplarımı indireceğim." dedi. Onlar da: "Senin, bizim rabbimiz ve ilahımız olduğuna, bizim senden başka hiçbir rabbimiz olmadığına şahitlik ederiz." dediler. Ve böylece ikrarda bulundular.
Enes b. Mâlik, Resulullah (ﷺ)’in bu hususta şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah Teâlâ cehennemliklerden azabı en hafif olana şöyle diyecektir: "Yeryüzünde,ne varsa hepsi senin olsaydı şimdi onları verip kendini kurtarmak ister miydin" O kişi ise "Evet" diyecektir. Bunun üzerine Allah ona: "Sen, Âdem’in sulbünde iken ben senden, bundan daha kolayını istemiştim. Bana ortak koşmamanı istemiştim, fakat sen, ortak koşmaktan direttin.
173. “Veya: “Daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesil idik. Bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin?” demeyesiniz.”
Veya: “Bizden önceki atalarımız sana ortak koşmuşlardı. Biz gerçeği bilmeyerek onların izini takip ettik. Şimdi sen, sapık atalarımızın sana ortak koşmalarından, Allah'tan başka ilahlar olduğu iddialarından dolayı bizi helak mi edeceksin.” dememeniz için sizlerden ahit aldık.
174- “İşte biz ayetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki doğru yola dönerler diye.”
Yaratılışları itibariyle Allah'ın varlığını ve birliğini kabule meyilli olduklarını ifade etmektedir. Yani Allah Teâlâ kullarını, kendisini tanıyacak ve emirlerine uyacak kabiliyette yaratmış ve bu özelliği benliklerine yerleştirmiştir.
Hasan-ı Basri de bu âyeti bu şekilde tefsir etmiş, görünüşün doğru olduğuna dair de şunları söylemiştir. "Âyet-i Kerime’de" Âdemin sulbünden" denilmemiş," Âdemoğullarının sulplerinden." denmiştir. Bu da meselenin, sadece Hz. Ademle ilgili olmayıp bütün Ademoğulları ile ilgili olduğunu göstermektedir. Bütün Âdemoğullarının sulplerinden zerrecikler çıkarılıp kendilerinden söz alınması bahis konusu olmadığına göre, âyetin ifadesinden, Âdemoğullarının yaratılış itibariyle Allah'ı bilme özelliğine sahip oldukları kastedilmektedir.
Evet, bu nimet Âdemoğullarının, yaratılışları itibariyle Allah'ı bilme nimetidir. Zira Allah Teâlâ, kendisini tanımayan ve kendisine ortak koşan kullarını hesaba çekerken onlara verdiği bu nimeti aleyhlerine delil olarak gösterecektir. Eğer bu nimet, bütün kulların, Âdemin sulbünden zerrecikler halinde çıkarılıp, daha başlangıçta Allah’ın birliğini ikrar etme nimeti olsaydı, daha sonra dünyaya gelen kulların, hesap sırasında bu ahdi hatırlamaları gerekirdi. Zira kişi, hiç bilmediği bir şeyden hesaba çekilmez. O halde bu nimet, kulların, Allah’ın varlık ve birliğini bilecek kabiliyette yaratılmaları nimetidir. Allah onlara verdiği bu nimeti hatırlatarak onları hesaba çekecektir.
Ey Muhammed, senin ümmetine geçmiş ümmetlere neler yaptığımızı, inkârları ve ortak koşmaları yüzünden onları nasıl cezalarla cezalandırdığımızı açıklıyoruz ki ibret alsınlar. İnkârdan ve ortak koşmaktan kaçınsınlar, imana ve tevhid dinine dönsünler.
175- “Onlara ayetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıyrılan ve şeytana uyan ve sonunda azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat”
Kendisine deliller (âyetler) verildiği bildirilen kişinin kim olduğu hususunda değişik yorumlar vardır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu kişi İsrâiloğulları’ndan Bâûrâ (veya Eber) oğlu Bel‘am’dır; buna göre âyetin asıl muhatabı da yahudilerdir.
Başta Taberî’nin Câmiu’l-beyân’ı olmak üzere eski tefsirlerde bu âyet yorumlanırken Bel‘am hakkındaki rivayetlere geniş yer verilmektedir. Bu rivayetlerin birinde Hz. Mûsâ’nın, bir ordu ile zorba bir kavmin üzerine gittiği, durumdan kaygılanan bu kavmin, aslında iyi bir kişi olan Bel‘am’dan yardım istedikleri, onun başlangıçta bu isteği reddettiği, fakat bazı hediyelerle kandırıldığı; bunun üzerine kendisinden yardım isteyenlere, Mûsâ’nın askerlerine tuzak olarak kadınlarını süsleyip onlarla zina ettirmelerini öğütlediği, İsrâiloğulları’nın bu tuzağa düşmeleri üzerine Allah tarafından bir ceza olarak baş gösteren bir veba salgınında 70.000 kişinin öldüğü bildirilir. Başka rivayetlerde de başlangıçta sâlih bir kul veya bir peygamber olan Bel‘am’ın ism-i azamı okuyarak Hz. Mûsâ’ya beddua ettiğinden ve bu suretle yoldan çıktığından söz edilmektedir (bk. Taberî, IX, 119-126; Kurtubî, VII, 319-321. İsm-i a‘zam “Allah’ın en büyük ismi” demektir. Bunun hangi isim veya isimler olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Bazı hadislerde Allah, rahmân, rahîm, el-hayyü’l-kayyûm veya zü’l-celâli ve’l-ikrâm, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ismi olarak gösterilmekte, bu isimle yapılan duanın mutlaka kabul edileceği belirtilmektedir; Tirmizî, “Da‘avât”, 65; Ebû Dâvûd, “Salât”, 358).
Âyette işaret edilen söz konusu kişinin kimliği hususunda daha farklı görüşler de vardır (Râzî, XV, 54; Şevkânî, II, 303). Bir görüşe göre bu kişi, Câhiliye döneminin tanınmış şair ve hakîmlerinden Ümeyye b. Ebü’s-Salt’tır. Ümeyye kutsal kitapları okumakta, yeni bir peygamberin geleceğini bilmekte, fakat o peygamberliği kendisi için beklemekteydi.
Muhammed (ﷺ) peygamber olunca onu kıskanmış ve inkâr etmiştir. Hz. Peygamber (ﷺ) bu kişi hakkında, “Şiiri iman etti, kalbi inkâr etti” demişlerdir (Râzî, XV, 54; İbn Kuteybe, eş-Şi‘ru-ve’ş-Şuarâ’, Leiden 1902, s. 279).
Söz konusu kişiye verildiği bildirilen “âyetler”le peygamberliğin veya ism-i azamın kastedildiği belirtilmektedir (bk. Taberî, IX, 122-123). Ancak Râzî, bunun peygamberlik anlamına gelmesinin uzak bir ihtimal olduğunu ifade ederek, Allah’ın lâyık olmayan birine peygamberlik vermeyeceğine işaret eden âyeti (En‘âm 6/124) hatırlatır (XV, 54). Taberî de haklı olarak buradaki “âyetler”i Allah’ın varlığına ve birliğine dair “delil ve işaretler” şeklinde anlamanın daha doğru olacağını; ayrıca söz konusu kişinin kim olduğu hakkında âyette bilgi verilmediğini, bunun Bel‘am veya Ümeyye olabileceğini, fakat bu hususta Allah’ın bildirdikleri ile yetinip âyetin zâhirine inanmanın yeterli olduğunu belirtmekte (IX, 123), dolayısıyla yukarıdaki rivayetlerin kesinlik taşımadığına işaret etmektedir.
Bizim için bu kişinin kim olduğu değil, tutum ve davranışı önem taşımaktadır. Buna göre Allah bir kişiye kendi varlık ve birliğinin kanıtlarını bildirmiş, yahut –172. âyette bildirildiği şekilde– onun fıtratına kendi rubûbiyyetini anlayıp kavrama yeteneğini yerleştirmiş; fakat daha sonra o kişi fıtratındaki inanma yeteneğinden sıyrılıp kopmuş; delilleri bir kenara bırakmış, inanmaktan vazgeçmiştir. Böylece şeytan onu peşine takmış, onu da kâfirlere ve azgınlara katmıştır (Râzî, XV, 55).
176- “Dileseydik onu bunlarla yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve hevasına uydu. Artık onun hali o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi ellerine bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali böyledir. Sen kıssayı anlat, belki düşünürler.”
“Dileseydik onu onlarla” o ayetlerle ilim sahibi olup iyilerin yükseldiği basamaklara “yükseltirdik. Fakat o yere saplandı” yani dünyaya meyil etti ve dünyaya rağbet gösterdi. Dünyayı, dünyanın zevklerini, ahirete ve ahiretin nimetlerine tercih etmek konusunda da hevasına uydu. Artık onun hali o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varıp kovalasan da dilini sarkıtıp solur kendi haline koymaksızın bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Kafirler böyledir çeşitli öğütler ihtiva eden diğer kıssaları sen anlat belki düşünürler de o şekilde yol izledikleri takdirde aynı akıbete düşmekten çekinir ve sakınırlar.
177- "Ayetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmeden kavmin hali ne kötüdür!”
Hem Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar ve hemde kendilerine zulmeden kavmin hali ne kötüdür.
178- “Allah kimi doğru yola erdirmişse, hidayete eren odur. Kimleri de saptırırsa işte hüsrana uğrayanlar da onlardır.”
O halde Allah’ın tevfiki ve yaratması ile olmadığı sürece hidayet olmaz. Allah’ın hak kelamı dinleyip nasip ettiği kimseler Allah’ın tevhidine ulaşmışlardır. Ayetlerini inkar ettirerek ve peygamberlerini yalanlatarak yoldan çıkardıkları var ya, işte onlar uzaklaştırılmışlardır, kovulmuşlardır. Onlar hüsrana uğramaya mahkumdurlar. Onların kaybettiklerini geri kazanmaları ve doğru yolu bulmaları da asla mümkün değildir.
179- “Andolsun ki biz cin ve insanlardan Cehennem için çok kimse yarattık. Onların kalpleri vardır, Onlarla anlamazlar. Gözleri vardır onlarla görmezler. Kulakları vardır onlarla duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.”
Cinler ve insanlardan Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmekten yüz çeviren kafirler vardır. Şanı yüce Allah onların küfrü tercih edeceklerini bildiği için kafir olduklarını bilmiş ve bu sebepten dolayı varacakları yeri cehennem olarak belirtmiştir. Onların kalpleri olmasına rağmen onlar anlamazlar hakkıyla akletmedemez ve düşünemezler. Gözleri vardır onlarla doğruyu ve Allah'ın ayetlerini göremezler, kulakları vardır kendilerine verilen öğütleri duymazlar. Onlar düşünüp anlamamakta, ibret maksadıyla tefekkür etmemekte, tefekkür etmek için de dinlemeyi terk etmekte hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan daha da sapıktırlar. Çünkü onlar boşu boşuna büyüklük tasladılar. Resule karşı inatlaştılar lüzumsuz işlerle uğraştılar. Halbuki hayvanlar kendilerine faydalı olacak işleri yapmaya, zararlı olanlardan da kaçınmaya çalışırlar. Kendileri ise ateşi tercih etmekle birlikte zararlarına olan bir şeyi yapmakta olduklarını bilmemektedirler.
Nesefi şöyle demektedir: “Mükellef ve kendisine emir verilmiş ile serbest bırakılmış ve davranışlarıyla mazur görülen kişiyi nasıl bir olabilir? Ademoğlu ruhani, şehvani ve arzi bir mahluktur. Onun ruhu hevasına üstün gelecek olursa, göklerdeki meleklerin üstüne çıkar. Şayet hevası ruhuna üstünlük sağlayacak olursa o vakitte yeryüzünün hayvanları ondan üstün olur.” İşte onlar gafillerin tam kendisidir. Allah'ın ayetlerini şeriatını unutarak gaflete düşmeleri, en ileri noktadadır. Ayrıca onlar Allah'ın kendisine itaat edenlere ve kendisine karşı gelenlere neler hazırladığından da habersizdirler gaflettedirler. Burada ateş için yaratılmış bu kafirler ile onların gafletlerinden söz edilmekte iken aziz ve celil olan Allah bizlere kendi isimlerini hatırlatmaktadır:
180- “En güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse ona bunlarla dua edin. Onun isimleri konusunda eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının cezalarını göreceklerdir. ”
En güzel isimler Allah'ındır. Siz onu o isimlerle anın. Onun isimlerini değiştiren ve onları yalanlayan müşriklerden uzak durun. Onlar, âhirette, yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
Bu hususta Ebu Hureyre (r.a.), Resulullah (ﷺ)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor. "Şüphesiz ki Allah’ın doksandokuz ismi vardır. Yüzden bir eksiktir. Kim onları sayarsa cennete girecektir.
Diğer bir rivayette ise Yine Ebu Hureyre (r.a.) Resulullah(ﷺ)’ın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Şüphesiz ki Allah´ın doksandokuz ismi vardır. Kim onlan sayarsa cennete girer. O, kendisinden başka hiçbir ilah olayan Allah, Rahman, Rahim, Melik, Kuddûs, Vehhab, Selam, Mü´min, Müheymin, Aziz, Cebbar, MÜtekebbir, Halik, Bari, Musavvir, Gaffar, Kahhar, Rezzak, Fettah, Âlim Kaabıd, Bâsıt, Hâfid, RâfT, Muizz, Müzil, Sem´i, Basîr, Hakem, Adi, Latîf, Habîr, Hâlim, Halîm, Ğafûr, Şekûr, Aliyy, Kebîr, Hafîz, Mukît, Hasîb, Celil, Kerîm, Rakîb, Mucîb, Vasi´, Hakîm, Vedûd, Mecîd, Bâis, Şehîd, Hakk, Vekîl´, Kaviy, Metîn, Veliyy, Hamîd, Muhsî, Mübdî1, Muîd, Muhyî, Mümîd, Hayy, Kayyûm, Vâcid, Mâcid, Vâhid, Samed, Kaadir, Muktedir, Mukaddim.Muahhir, Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın, Vâlî, Müteâlî, Ber, Tevvab, Muntakim, Afuvv, Reûf, Mâlikülmülk, Zülcelalvelikram, Muksit, Cami, Ganî, Muğnî, Mâni", Dârr, Nâfı\ Nûr, Hâdî, Bedi´, Bakî, Vâris, Reşîd, Sabûr´dur.
Rivayet edildiğine göre Ebu Cehil, bazı Müslümanların, Kur'an okurken, Allah’ın, "Rahman", Allah" gibi çeşitli isimlerini zikrettiklerini duymuş ve "Muhammed, İlahın tek bir ilah olduğunu iddia ediyor, halbuki o da birçok ilaha tapıyor." demiş işte bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve bu isimlerin hepsinin tek bir ilaha ait olduğunu beyan etmiştir.
181- “Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, onlar hakkı gösterirler ve onunla adaletle hükmederler.”
Burada zikredilen cehennem için yaratılmış olanların tam karşısında yani cennet için yarattıklarımızdan cehennem için cehennemlikler yaratıldığı gibi cennete de cennetlikler yaratılmıştır. Onlar Hakkı gösterirler. Hakk'a davet ederler hak ile hükmederek verdikleri hükümlerde adalet sağlar ve yaparlar şüphe yok ki alimler ile ihlası davetçiler bunlar arasındadır. Nesefi: “Bu buyrukta icmanın her çağda hüccet olduğuna dair delalet bulunmaktadır.” demektir.
“Allah, kim için hayır dilerse onu dinde fakih (anlayışlı) kılar. Müslümanlardan bir topluluk kıyamet gününe kadar hak uğrunda savaşacaklar ve kendilerine karşı çıkanlara galip geleceklerdir.” buyurulmaktadır.
182- “Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilemeyecekleri yerden derece derece helake yaklaştırırız.”
Ayetlerimizi yalanlayanlara gelince; biz onları kendilerine ne yapılmak istendiğini bilemeyecekleri yerden derece derece helaka yaklaştırırız onları helaka azar azar yaklaştıracağız. Çünkü şanı yüce Allah hayasızlıklarda alabildiğine ileri gitmelerine rağmen peşi peşine nimetlerini onlara gönderir. Onlar üzerindeki nimetlerini yeniledikçe onlar da daha bir azgınlaşırlar ve tekrar ona isyana devam ederler. Peş peşe gelen nimetler sebebiyle masiyetlere adım adım gömülürler. Peş peşe gelen nimetlerin Allah'ın kendilerine verdiği bir üstünlük ve yakınlık olduğunu zannederler. Oysa bu onları yardımsız bırakmak ve onları uzaklaştırmaktır İşte bu derece derece helaka yaklaşmaktır.
183- “Ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki benim düzenim çetindir.”
Ben onlara mühlet veririm muhakkak ki benim düzenim çetindir. Azab ile yakalaması güçlü ve şiddetlidir.
184- “Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşlarında hiçbir delilik yoktur. O ancak apaçık bir uyarıcıdır.”
Âyetlerimizi yalanlayan bu insanlar, kendilerine Peygamber olarak gönderdiğimiz bu arkadaşları Muhammed'de delilikten ve akıl eksikliğinden bir eser bulunmadığını ve onları davet ettiği şeyin, sağlam bir din ve açık bir gerçek olduğunu hiç düşünmüyorlar mı? O Peygamber, onlar için apaçık bir uyarıcıdır. Onları, iman etmedikleri müddetçe Allah'ın azabıyla korkutur.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında Katade diyor ki: "Resulullah, safa tepesinin üzerine çıkıp Kureyşlileri aile aile, "Ey filan oğulları" ,"Ey falan oğulları" şeklinde İslama davet edip onları Allah'ın azabından ve başlarına gelebilecek felaketlerden sakındırınca Kureyşlilerden biri, "Şüphesiz ki sizin bu adamınız delirmiş. Gece sabaha kadar buradan bağırdı." demiş işte bunun üzerine de Allah Teâlâ bu âyet-i kerimeyi indinniş ve buyurmuştur ki: "Arkadaşlarında delilikten hiçbir eser olmadığını düşünmediler mi O, sadece apaçık bir uyarıcıdır."
185- “Onlar göklerin ve yerin melekutuna Allah’ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmazlar mı? Bundan sonra artık hangi söze inanacaklar ki?”
Âyetlerimizi yalanlayan bu insanlar, Allah'ın mülküne, göklerde ve yerdeki geniş saltanatına ve oralarda yarattığı varlıklara hiç bakmazlar mı ki, ibret alsınlar ve bunları, Allah'ın yarattığını bilsinler. Bunlar, ecellerinin pek yakın olacağından ve kafir olarak ölüp, ebedî olarak cehennemde kalacaklarından korkmazlar mı? Şayet onlara Kur’ân-ı tasdik etmiyorlarsa, artık hangi söze, hangi uyarı ve ikaza inanacaklar.
186- “Allah kimi saptırırsa onu doğru yola götürecek olan yoktur. O bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakır.”
Allah'ın saptırdığı kişinin göklerde ve yerdeki çeşitli yaratıklara bakarak yaratana idrak etmesi mümkün değildir. Böyle bir kimseye hiç kimse Hidayet veremez küfürleri içerisinde şaşkın bir şekilde Hakkı göremeyen bir halde bırakılır. “Ey Muhammed de ki: “Bir bakın göklerde ve yerde ne var iman etmeyen bir kavme deliller ve uyarılar fayda vermez.” buyrulmaktadır.
187- “Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onun vakti gelince kendisinden başkası onu belirtemez. Göklerde, yerde ağır basmıştır. O size ansızın gelir. Sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar.” De ki: “Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Ey Muhammed, insanlar sana, kıyamet gemisinin ne zaman gelip limana demirleyeceğini, yani ne zaman kopacağını soruyorlar. Onlar de ki: "Onun ne zaman kopacağı bilgisi ancak rabbimin katındadır. Onun ne zaman meydana geleceğini ancak o açığa çıkarır. Kıyamet hadisesi göklerde ve yerde bulunanlara ağır gelen bir hadisedir. Kıyametin hem kopması hem de bilinmesi zordur. Çünkü Allah onu, yaratıklarından gizlemiştir. Bu itibarla onu, ne yüksek dereceli bir Melek ne de kendisine kitap verilen bir Peygamber bilebilir.
Ayrıca, kıyamet koptuğunda gökler yarılıp, güneş dürülüp ve yıldızlar dağılacağından, bu hadıse göklerde ve yerde yaşayanlar için pek zor bir hadise olacaktır.
Kıyamet sizlere ansızın gelecektir. Ey Muhammed, müşrikler ve Yahudiler sana, sanki sen onu bilmiyormuşsun ve ondan sorulmaya önem veriyor, onu öğretmek istiyormuşsun gibi kıyameti soruyorlar. De ki; "Onun bilgisi Allah'ın katındadır. Ben onun ne zaman kopacağı hakkında hiçbir bilgiye sahip değilim. Fakat insanların çoğu bunun böyle olduğunu bilmiyorlar."
Müfessirler, bu âyet-i Kerimede, Resulullah’a kıyametin ne zaman kopacağını sormuş olan" insanların kimler oldukları hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
Katadeye göre bunlar Kureyş´lilerdir. Onlar Resulullah'a gelerek "Aramızda akrabalık var. Sen gizli olarak bize, kıyametin ne zaman kopacağını söyle" demişler, bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiş ve onun ne zaman kopacağını ancak Allah’ın bildiğini beyan etmiştir.
Abdullah b. Abbas’a göre, Resulullah’tan kıyametin ne zaman kopacağını soranlar Yahudilerdir, İbn-i Ebi Kuşeyr ile Samuel b. Zeyd, Resulullah’a gelerek "Ey Muhammed, eğer sen söylediğin gibi gerçekten Peygambersen, kıyametin ne zaman kopacağını bize söyle. Çünkü bizler onun ne zaman kopacağını biliyoruz" demişler, bunun üzerine de Allah Teâlâ bu ayeti indirmiş ve onun ne zaman kopacağını Allah'tan başka hiç bir kimsenin bilemeyeceğini beyan etmiştir.
Âyet-i kerimede kıyametin kopmasının göklerde ve yerde ağır bir hadise olacağı zikredilmiştir. Müfessirler, kıyametin kopmasının, göklerde ve yerde ağır olmasının ne demek olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Süddiye göre bu ağırlıktan maksat, kıyametin ne zaman kopacağını göklerde ve yerde bulunanların idrak edememeleri ve bilememeleridir. Onun kopma anını bilme o kadar ağır bir şeydir ki, onu ne Allah'a yaklaştırılan bir melek ne de kendisine kitap verilen bir Peygamber bilebilir.
b- Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc ve Katadeye göre ise kıyametin kopmasının göklerde ve yerde ağır gelmesinden maksat, o ikisinde yaşayanlara maddeten ağır gelmesidir. Zira kıyametin kopması anında gökler
yarılacak güneş dürülecek, yıldızlar dağılacak, dağlar yerinden yürüyecek ve kainat karmakarışık
olacaktır. Bu nedenle kıyamet, göklerde ve yerde yaşayanlar için çok zor bir hadise olacaktır.
Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, ayet-i kerime´nin, kıyametin kopma zamanını bilme yönünden, göklerde ve yerde yaşayanlar için zor olduğunu ifade ettiğini söylemiştir. Çünkü ayetin devamında, onun ne zaman kapacağım ancak Allah´ın bildiği ve aniden kopacağı beyan edilerek hangi yönüyle ağır geldiği açıklığa kavuşmuştur.
Âyet-i kerime´de: "Kıyamet size ansızın gelecektir." buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz, kıyametin, ansızın geleceğin şu şekilde izah etmiştir.
"İddiaları aynı olan iki büyük grup birbirleriyle savaşıp aralarında büyük bir kıyım olmadıkça, her biri Allah'ın Peygamberi olduğunu iddia eden otuza yakın, yalan söyleyen Deccal çıkmadıkça, İslamî ilimler inkıraza uğrayıp yok olmadıkça, zelzeleler çoğalmadıkça, zaman yaklaşmadıkça, (Kâinat son günlerini yaşamaya başlamadıkça), fitneler ortaya çıkmadıkça, adam öldürme olayları çoğalmadıkça, aranızda mal çoğalıp sel gibi akmadıkça, mal sahibinin, malının zekâtını kabul edecek kimsenin bulunmamasından endişe etmedikçe, malının zekâtını vermek istediği kimse "Benim buna ihtiyacım yok" demedikçe, insanlar, binalar yükseltmekte yarışmadıkça, kişi, ölen birinin mezarının yanından geçerken "Keşke bunun yerinde ben olsaydım" demedikçe ve güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. "Güneş batıdan doğunca insanlar onu görecek ve hep birden iman edecekler, fakat bu iman etme zamanı, daha önce iman etmeyen kimsenin veya imanından hayır görmeyen kimsenin imanının kendisine fayda vermeyeceği bir andır. Şüphesiz ki kıyamet Öyle bir anda kopacaktır ki, satıcı kişi ile alıcı kişi elbiseyi açacaklar fakat ne satabilecekler ne de katlayıp kaldırabileceklerdir. Yine kıyamet öyle bir an’da kopacaktır kî, sağmal devesinin sütünü sağıp getiren kişi o sütü içemeyecektir. Yine kıyamet öyle bir anda kopacaktır ki, kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek fakat ondan su içmeyeçektir. Yine kıyamet öyle bir anda kopacaktır ki, yemek yemekte olan kişi yemeği ağzına götürecek fakat onu yiyemeyecektir.
188- “De ki: “Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne fayda verebilirim ne de zarar. Eğer ben gaybı bilseydim daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık da dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir kavme uyarıcı ve müdeleyiciyim”
Ey Muhammed, de ki: "Allah´ın dileyip bana yardım etmesi dışında ben kendime ne bir menfaat sağlayabilirim ne de kendimden bir zararı uzaklaştırabilirim. Eğer ben, kıyametin kopması gibi gayba ait haberleri bilmiş olsaydım elbette ki ben daha çok hayır elde ederdim ve daha çok tedbirli olurdum. Ve bana hiçbir zarar da dokunmazdı. Ben, Allah'ın Peygamberi olduğumu kabul edip iman eden bir topluluğu ancak Allah´ın cezalandırması yi a korkutan, sevabı ve lütfuyla müjdeleyen bir Peygamberim.
Âyet-i Kerim´e, gaybı Allah´tan başka kimsenin bilemeyeceğini beyan etmekte, böylece, gaipten haber vermeye kalkanların yalancı olduklarını ortaya koymaktadır. Bu hususta diğer âyet-i kerime´lerde de şöyle Duyuruluyor:
"Gaybı o bilir. Kimseye gaybı göstermez.
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak o bilir...
"... De ki"Gaybı bilmek Allah'a aittir..."
"Ey Muhammed, de ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. Onlar ne zaman diriltileceklerini bilemezler."
189- “Sizi bir tek candan yaratan O’dur. O’ndan da kendisinde sükun bulacağı eşini var etti. Eşini örtüp bürüyünce o hafif bir yük yüklendi ve onunla bir müddet gider, gelirdi. Nihayet ağırlaşınca karı koca Rableri olan Allah’a: “Eğer bize salih bir çocuk verirsen, andolsun ki şükredenlerden oluruz.” diye dua ettiler.”
Sizi Adem (As)’den yaratan O’dur. Ondan da kendisinde sükun bulacağı ve ona meyil edeceği eşini yarattı. Hz. Ademin vucudundan, onun eğe kemikleinden birinden yarattı. Çünkü özellikle ondan bir parça olduğu vakit, cinsin cinse meyli daha çoktur. İnsan kendi evladına yakınlık duyar ve onu kendi canı gibi sever; çünkü onun evladı ondan bir parçadır. Eşiyle birlikte olunca kendisine ağır gelmeyecek bir şekilde hamile kaldı. Zira o anda rahminde sadece nutfeyi taşıyordu. Hamileliği devam edip karnında taşıdığı çocuk kendisine ağırlık verince, erkek ve kadın, Allah'a şöyle yavlardılar: "Ey Allah’ım, yemin olsun ki, bize sağlam bir çocuk verirsen, muhakkak ki şükredenlerden olacağız."
Âyet-i kerimede, Hz. Âdem ile Havva’nın, Allah’a yemin ederek kendilerine salih bir evlat vermesi halinde ona şükredeceklerini bildirdikleri beyan edilmektedir. Buradaki "Salih" olmaktan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.
Ebul Buhturi, Ebu Salih, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Süddiye göre ise buradaki "SalüY´ten maksat çocuğun, kendileri gibi eksiksiz bir insan olması, başka herhangi bir hayvan şeklinde olmamasıdır. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Âdem ile Havva yeryüzüne inince Âdem’e şehvet verildi. O, Havva ile evlendi. Havva hamile kaldı. Çocuk karnında hareket etmeye başladı. Havva "Bu da nesi " dedi. İblis ona geldi ve dedi ki: "Sizler yeryüzünde ancak deve veya sığır yahut koyun, yahıtf keçi görüyorsunuz. Senin karnında olan işte bunlardan birisi." Bunun üzerine Havva: "Vallahi benim hiçbir yerim bunlara güç yetiremez. Ben âciz kalırım." dedi. Bunun üzerine Şeytan dedi ki: "Sen beni dinle Ona "Abdülhâris" ismini ver, O sizin benzeriniz olarak doğar." Havva meseleyi Âdem´e anlattı. Âdem "O, bizi cennetten çıkaran kimse" dedi. Havva´nın karnındaki çocuk ölü doğdu. Havva ondan sonra tekrar hamile kaldı. İblis yine geldi ve ona: "Beni dinle onu "Abdülhâris" diye isimlendir, (İblis´in meleklerin yanında adı Hârîs´di) Aksi halde o çocuk, bir deve veya sığır yahut koyun ya da keçi olarak doğar. Yahut da ben onu Öldürürüm. Zaten birincisini de ben öldürdüm." dedi. Havva meseleyi tekrar Âdem´e anlattı. Âdem, karşı çıkmaz gibi bir tavır takındı. Bunun üzerine Havva ona "Abdülhâris" adını verdi ki, kendileri gibi bir insan olarak doğsun ve yaşasın. İşte bu ve bundan sonra gelen âyet buna işaret etmektedirler.
Taberi diyor ki: Allah Teâlâ bu âyet-i kerime´de, Hz. Âdem ile Havva´nın çocuklarının salih kimseler olmasının istediklerini beyan etmiştir. Salih olmanın birçok manası vardır. Kişinin vücutça sağlam olması, dininde samimi olması, aklının ve iradesinin sağlam olması, onun salih olması manasına gelir. Resulul-lah´tan bunlardan herhangi birinin kastedildiğine dâir sahih bir haber rivayet edilmediğine göre buradaki salih olma"yı bütün manalarında almak âyetin umumi ifadesine daha uygundur, Hz. Âdem ile Havva, rablerine çocuklarının her yönüyle sağlam olması için duada bulunmuşlardır.
190- “Allah onlara salih bir çocuk verince, kendilerine verdiği şey hakkında Allah’a ortaklar koştular. Onların ortak koştukları şeyden Allah yücedir.”
“Allah onlara salih bir çocuk verince” istedikleri şekilde eli ayağı düzgün kendilerine verdiği şey hakkında Allah'a ortaklar koştular burada söz Hz. Adem ile onun eşinden zürriyetlerinden gelen bir tür erkek ve kadına intikaldir. Mana onların çocukları Allah'ın verdiği şeyler konusunda şirk koştular demektir. Çünkü Adem aleyhisselam ile Havva şirkten uzak kimselerdir. Kur'an-ı Kerim'de bu buyruğun etrafında kelami bir çok münakaşa ve mücadeleler Cereyan etmiştir.
Bu sözün tamamlayıcı açıklamaları vardır diğer taraftan burada ayetin başından itibaren hitabın Resulullah (ﷺ)’in döneminde bulunan Kusayy soyundan gelen kureyşlilere olabilir. Yani o sizi bir tek nefisten olan Kusayy’dan yaratandır. Onun cinsinden eşini de kureyşli ve Arap kıldı. Onda Sükun bulsun diye. Her ikisine istedikleri şekilde salih düzgün çocuklar verince Allah'ın kendilerine verdiklerinde Allah'a ortak koştular. Çünkü onlar Allah'ın kendilerine verdikleri 4 çocuklarına abdu menaf Abdü'l-uzza Abdu Kusayy ve abdu’d-dar isimlerini verdiler. Onların ortak koştukları şeyden Allah Yüce yücedir ortağı bulunmasından o münezzeh ve azametlidir.
191- “Kendileri yaratılmışken bir şey yaratamayan şeyleri mi şirk koşuyorlar?.”
Putlar tabiat ve tabiatın bazı parçalarını mı Allah'a ortak koşuyorlar? Ortak koşulan bu şeylerin bizzat kendileri Allah tarafından yaratılmıştır. Hiçbir şeyin yaratmaya gücü yetmeyen şeyleri Allah'a ortak koşuyorlar ve Allah tarafından yaratılmış oldukları için kendileri de hiçbir şey yaratmayan şeyleri Allah'a şirk koşmaktadırlar o bakımdan onları yaratan Allah'a ibadet etmelidir hiç bir şey yaratamayanı mı onunla eşit görüyorlar Halbuki ibadet edenler de kendilerine ibadet edilenler de Allah tarafından yaratılmıştır bunların akılları nerede
192- “Halbuki bunlar ne onlara yardım edebilir, ne de kendilerine bir yardımları olabilir.”
Kendilerine ibadet edenlere başlarına gelebilecek bir takım tehlikeleri mesela başkası tarafından kırılmak veya benzeri şeyleri önleyemezler bu gibi tehlikeleri onlardan önleyen onlara Tapan zavallılardır.
193- “Onları doğru yola çağırsanız da size uymazlar. Çağırmanız da susmanız da onlar için birdir.”
Onlara doğru yola çağırsanız putları hidayete ve doğruluğa çağırsanız veya onlardan sizlere Hidayet vermelerini isteseniz yani Allah'tan Hayır ve Hidayet Dilediğiniz gibi onlardan da isteyecek olsanız size uymazlar sizin maksadınızı istediğinizi gerçekleştiremezler Allah'ın maksadığınızı duanızı gerçekleştirdiği gibi onlar size karşılık veremezler çağırdığınızda susmanızda onlar için birdir işte onları çağırınız isterse de çağırmayınız onlar hiçbir fayda olmayacağı isteklerinizi yerine getiremeyecekleri için her iki durumda da bir şey değişmeyecektir
194- “Allah’tan başka taptıklarınız da sizin gibi kullardır. Eğer sadıklardan iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler.”
Allah'tan başka taptıklarınızla kendilerine ibadet edip ilah diye adlandırdıklarınızla sizin gibi kullardır sizin gibi yaratılmış ve sizin gibi Allah'ın mülküdürler Eğer onların ilah olduklarını iddianızda Sadıklar iseniz Hay deyip size bir fayda sağlamak ve size gelebilecek bir zararı önlemek için onları çağırın da size karşılık versinler sizin bu isteklerinizi yerine getirsinler daha sonra ilah olmaları bir tarafa sizin gibi Kullar dahi olamayacaklarını belirtmek üzere Allah Celle Celalühü Şöyle buyurmuştur
195- “Onların kendisiyle yürüdükleri ayakları mı, yoksa kendileriyle yakaladıkları elleri mi, yoksa kendileriyle gördükleri gözleri mi, yoksa kendileriyle işittikleri kulakları mı vardır? De ki: “Çağırın ortaklarınızı da, elinizden gelirse bana tuzak kurun ve göz açtırmayın.”
Onların sizin yürüdüğünüz gibi kendileriyle yürüdükleri ayaklarımı yoksa sizin yakalandığınız gibi kendileriyle yakaladıkları Ellerimi yoksa sizin görmeniz gibi kendileriyle gördükleri Gözleriniz mi yoksa sizin işittiğiniz gibi kendileriyle işittikleri kulakları mı var Niçin sizden daha da alt seviyeye olanlara ibadet etmektesiniz de ki çağırın ortaklarınızı da düşmanlık etmekte olanları da yardıma çağırın hiç aldırmam sonra elinizden gelirse bana tuzak kurun veya göz açtırmayın bana tuzak kurmak için bütün gayretlerinizi harcayın sizinle birlikte ortaklarınız da gayretlerini Koysunlar ve bana hiçbir surede tanımayı
196- “Muhakkak ki benim velim, kitabı indirmiş olan Allah'tır ve o salihleri veli edinir.”
Muhakkak ki benim velim size karşı bana yardımcı olacak olan bana vahyetmiş ve risaleti ile beni aziz kılmış olan bana kitabı indirmiş olan Allah'tır ve o kulları arasından salih olanlara yardımcı olmak onları yardımsız bırakmamak sünneti olduğu için salihleri veli edinir.
197- “Onu bırakıpta taptıklarınız ise size yardım edemedikleri gibi, kendilerine de yardım edemezler.”
Allah’tan başka kendilerine ibadet ettikleriniz ise; size yardım edemedikleri gibi kendilerine de yardım edemezler. Onları hidayete çağırsanız duymazlar bile. Onlar ne kendilerine yardımcı olabilir, ne de kendilerine ibadet edenlere.
198- “Onları hidayete çağırsanız duymazlar bile. onları sana bakar görürsün ama görmezler ki?”
Onlar hiçbir hidayete de kulak veremez ve hidayet çağrısını kabul edemezler. Çünkü onların ne akılları vardır, ne de hayatları.
Bu putların sana bakar gibi olduklarını görürsün. Yani bakan kimselere benzerler. Çünkü onlar putlarını belirli bir şeye göz dikip bakan kimsenin suretinde şekillendirmişlerdir. Ama görünen şeyleri görmezler ki.
199- “Sen af yolunu tut! Marufu emret ve cahillerden yüz çevir!”
İnsanların huyundan ve fiillerinden güzel olan şeyleri al. Onlardan zor şeyleri ve kendilerine ağır gelecek şeyleri yapmalarını isteme veya bütün artan şeyleri eline al ve insanlara onları bağışlayarak infakta bulun, davan uğruna harca ve marufu emret! Güzel ve iyi bilinen fiillerin yapılmasını emret veya aklın beğendiği, şeriatın da kabul ettiği her türlü işi emret! Ve cahillerden yüz çevir! Beyinsizlere beyinsizliklerinin benzeri ile karşılık vermeye ve onlarla anlamsız tartışmalara kalkışma! Onlara karşı hoşgörülü ol!
200- “Şeytandan sana bir vesvese gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü o gerçekten Semi’dir, Alim’dir.”
Ey Muhammed, eğer sana, Şeytan tarafında, cahillere aldırış etmemene engel olacak bir vesvese ve bir öfke gelecek olur da seni intikam almaya teşvik edecek olursa, bu vesvese ve ifsada karşı, cahillerin cehaletini çok iyi bilen ve Şeytanın vesvesesini çok iyi işiten Allah’a sığın.
201- “Muhakkak ki takvaya erenlere şeytan tarafından bir vesvese dokunursa, iyice düşünsünler, Bir de bakarsın ki gerçeği görmüşlerdir bile.”
Kendilerine farz kıldığımız emirleri yerine getirip, yasakladığımız haramlardan kaçınarak Allah'tan korkanlara, Şeytan tarafından bir sıkıntı, bir vesvese, bir arıza dokunduğu zaman, onlar, Allah'ın azabını ve mükâfaatmi, vaatlerini ve tehditlerini hatırlarlar. Ve hemen Allah'a karşı günah işlemekten ellerini çekip gerçeği görürler.
Anlaşılacağı gibi Şeytan, zaman zaman insanın ayağını kaydırmak için uğraşmaktadır. Fakat buna maruz kalan insan, derhal Allah'a sığınmalı, Allah'ın yardımını dilemeli, onun ceza ve mükâfaatının büyüklüğünü düşünerek kendisini, Şeytanın tahrik ve teşviklerinden koruması için Allah'a sığınmalıdır.
202- “Kardeşleri ise onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalarını ı bırakmazlar”
Şeytanlar, kâfir ve müşriklerden, kendilerine kardeş olanların ise azgınlıklarını ve sapıklıklarını ardından Sonra bu azgınlar, sapıklık ve azgınlıklarından geri durmaz, aynı yolda devam ederler.
203- “Onlara bir ayet getirmediğin zaman: “Onu uydurdu verseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu rabbinizden gözleri açacak delillerdir. İman eden bir kavim için hidayettir ve rahmettir.”
Ey Muhammed, sen onlara, Allah tarafından bir mucize getinneyince de: "Sen onu kendin icad etsene" derler. De ki: "Ben, Allah’ın bir kuluyum. Ancak rabbim tarafından bana vahyedilene uyarım. Bu Kur'an, kendisine iman eden bir topluluk için, rabbiniz tarafından gönderilen, hakkı gösteren apaçık bir delil, doğru yolu gösteren bir hidayet rehberi ve bir rahmet kaynağıdır.
204- “Kur'an okunduğu zaman ona derhal kulak verin ve susun ki Merhamet olunasınız.”
Ey iman edenler, size Kur’an okunduğu zaman, âyetlerinin mânâsını anlamanız ve öğütlerinden ibret almanız için onu dinleyin. O okunurken susun, gürültü yapmayın. Böylece rabbiniz size merhamet etsin.
Kur’ân-ı Kerim okunduğunda müşrikler, onu dinlememek için gürültü yapıyorlar ve birbirlerine" ... Bu Kuranı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Belki bu yolla galip gelirsiniz." diyorlardı.
Allah Teâlâ müminlere, müşriklerin yaptıklarının tam aksini emrederek, Kuran okunurken onu dinlemelerini, ona saygı gösterip susmalarım emretmiştir.
Görüldüğü gibi âyet-i kerime´de, Kuran okunurken onun dinlenilmesi ve konuşulmaması emredilmektedir.
Müfessirier, Kur’anın hangi durumlarda okunması halinde dinlenilmesinin gerekli olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
1- Abdullah b. Mesud , Ebu Hureyre, Zühri, Ubeyd b. Umeyr, Mücahid, Said b. el-Müseyyeb, Dahhak, Katade, Süddi, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd´den nakledilen görüşe göre, Kur’anı imam okurken ona uyan cemaatin dinlemesi gerekir. Bu halin dışında Kuranı okuyanı mutlaka dinlemek gerekmez. Bu hususta, Müseyyeb b. Râfî Abdullah b. Mesud’un şunları söylediğini rivayet etmiştir. "Bizler, namazda iken birbirimize selam veriyorduk. Nihayet "Kuran okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." âyeti nazil oldu. İnsanların, namazın içinde Kur´an dinlemeleri ve susmalan emredildi.
Talha b. Ubeydullah da diyor ki: "Ben, Ubeyd b. Umeyr ile Atâ b. Ebi Rebahın, bir kimse vaaz ederken konuştuklarını gördüm. Onlara dedim ki: "Siz Kuranı dinlemiyor ve Kuranı dinleyene vaad edileni kazanmak istemiyor musunuz " Onlar dönüp bana baktılar sona konuşmalarına devam ettiler. Sözümü tekrarladım. Yine dönüp bana baktılar. Sonra sözlerine devma ettiler Üçüncü defa tekrarladım. Yine bana dönüp baktılar ve dediler ki: "Kurân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." âyeti namazın içinde olanlara mahsustur." Ebu Hureyre de demiştir ki: "Resulullah namaz kıldırırken bazı insanlar seslerini yükseltiyorlardı. Bu sebeple bu âyet indi ve susulmasını emretti. Zühri de demiştir ki: "İmam namaz kıldırırken açıktan okuduğu zaman ona uyan herhangi bir kimsenin, açıktan veya gizli olarak Kur'an okuması caiz değildir. Zira, Allah Teâlâ: "Kuran okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." buyurmuştur.
2- Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre, Kurân hutbe esnasında okunduğunda dinlemek gereklidir. Âyet-i kerime bunu beyan etmiştir. Hutbenin dışında okunan Kurânı mutlaka dinlemek gerekli değildir.
3- Atâ, Hasan-ı Basri ve Mücahid´den nakledilen diğer bir görüşe göre Kur´ân, hutbede veya namazın içinde okunduğu zaman onu, hutbeyi dinleyenlerin ve namaz kılanların dinlemeleri gerekir. Âyet-i kerimede bunu beyan etmiştir. Bu hususta, Sabit b. Acle, Said b, Cübeyr´in bu âyeti okuduktan sonra şunları söylediğini rivayet etmiştir. "Kur"an, Kurban bayramı Ramazan bayramı ve Cuma hutbelerinde okunduğunda ve imamın, namaz kıldırırken açıktan okuması halinde dinlenilmesi gereklidir. Bu durumun dışında gerekli değildir.
Taberi, bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira Resulullahın imam kuran okurken cemaatin onu dinlemesine dair birçok sahih hadisleri rivayet edilmiştir. Keza, hutbe okunurken orada bulunanların onu dinlemesi gerektiğine dair bir çok sahih hadis zikredilmiş ve âlimler tarafından üzerinde ittifak edilmiş bir meseledir.
205- “Rabbini içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle, sabah akşam zikret ve gafillerden olma!”
Ey, namazda veya hutbede okunduğu zaman Kuranı dinleyen kişi, sen onu dinlediğin zaman onun âyetlerinden Öğüt al. Nihayet bir gün Allah'a döneceğini unutma. Sen Allah'a boyun eğerek huşu içinde kusurundan dolayı seni cezalandıracağından korkarak, dilinle gizlice yalvararak onu an. Onu özellikle sabahleyin ve geceleyin an. Kur´an okunduğunda onun üstün öğretilerinden ibret almayan galilerden olma.
Âyet-i kerimede kulun, gizlice sabah akşam rabbini içinden anması ve okunan kuran'dan öğüt ve ibret alması emredilmektedir. Bu hususta Ebu Hureyre (r.a.) Resulullah (ﷺ)´in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Kulum beni nasıl zannederse ben öyleyim. O beni andığı zaman ben onunla beraberim. Eğer beni içinden anarsa ben de onu içimden ananın. Eğer beni bir topluluğun içinde anarsa ben de onu, o topluluktan daha hayırlı bir topluluğun içinde anarım. Eğer kulum bana bir kanş yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşacak olursa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer o bana yürüyerek gelecek olursa ben ona koşarak varım.
206- “Muhakkak ki Rabbinin katındakiler ona kulluk etmekten asla büyüklenmezler. Onu tesbih ederler ve yalnız ona secde ederler.۩”
Rabbinin katında bulunan büyük Melekler, Allah'a ibadet etmekten kibirlenmezler. Onu, layık olmadığı sıfatlardan tenzih ederler ve ona boyun eğip secde ederler. Siz de o Melekler gibi rabbinizi tenzih edin ve ona boyun eğip secdeye kapanın.
إرسال تعليق
İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...