Kadiri Yolu

 




Muhiddin-i Arabi Menkıbeleri

Evliyanın büyüklerinden. Sofiyye-i aliyyedendir. Adı, künyesi ve sıfatı ile birlikte Şeyh-i Ekber Ebu Bekr-i Muhammed bin Ali’dir. Ebu Bekr İbn-i Arabi ismi ile de meşhurdur. 560 (m. 1165)’da, Endülüs’de Mürsiye kasabasında doğdu. Müctehid idi. Nakil ettiği bilgilerin hepsi birer vesikadır. Devlet ve mevki sahiblerinden gelen hediyelerin hepsini fakirlere dağıtırdı. Beş yüzden fazla kitap yazdı. Cahiller onun büyüklüğünü anlıyamadı. Alimler, arifler ise, veliy-yi kamil olduğunu anladı. 638 (m. 1240)’de Şam’da vefat etti.

Birinci Menkıbe:

Birgün Muhyiddin-i Arabi hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı. Öyle ki, kendisini öldü zannettiler. Muhyiddin-i Arabi baygın halde iken, kendisine, çirkin kara yüzlü bazı kimselerin eziyet etmek, sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu kara yüzlüleri kovalamaya çalışan nurani yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihayet bu güzel kimse, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; “Yasin suresi” cevabını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolmuş olan babasını gördü. Yasin-i şerifi okuyordu.

İkinci menkıbe:

Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri, birgün en önde gelen talebelerinden Cemaleddin Yunus bin Yahya’yı yanına çağırdı. Ona buyurdu ki: “Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddin isminde, Allahü teala’nın çok sevdiği evliyasından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin.” Yunus bin Yahya, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddin-i Arabi’ye hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Hocasının üstadı olan Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin hırkasını, üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddin-i Konevi’ye giydirdi.

Talebelerinden Sadreddin-i Konevi şöyle anlatmıştır: “Hocam İbn-i Arabi, geçmiş peygamberlerin ve velilerin ruhlarından istediği ile rü’yasında veya uyanık iken görüşürdü.”

Üçüncü Menkıbe:

Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretleri, Hızır aleyhisselam ile karşılaşmasını şöyle anlatır: “Hocalarımdan Ebü’l-Abbas hazretleri bir zatı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zat hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret ettim. O kimsenin ba’zı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zatın yüzü nur ile dolu olup, ayın ondördü gibi parlıyordu. Bana selam verdikten sonra; “Ey Muhyiddin! Üstadın Ebü’l-Abbas’ın o zat hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdik et” buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; “Sana söylediğim sözün doğru olduğunu ispat etmek için Hızır as’dan yardım istedim” buyurdu. Bunun üzerine hocama itiraz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim.”

Dördüncü Menkıbe:

“Yine birgün Tunus limanında idim. Vakit gece idi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrafı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalade güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenab-ı Hakkın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim.

Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihayet yanıma geldi. Selam verip bazı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesafe kat ediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü tealanın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim.

Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selam verdi ve; “Gece gemide Hızır aleyhisselam ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselam olduğunu anladım. Daha sonraları Hızır aleyhisselam ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.

Beşinci Menkıbe:

“Bir defasında uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harab olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrafı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden (aleyhimüsselam) meydana gelen mu’cizelerle, evliyadan hasıl olan kerametlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular, içlerinden biri, yerdeki seccadeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselam olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir kimse için yaptım” dedi. Mucize ve keramete inanmayan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insaf edip müslüman oldu.”

Altıncı Menkıbe:

Muhyiddin-i Arabi, birgün Ebü’l-Abbas hazretlerine yazdığı mektubunda; “Bana dua ve teveccüh etmenizi istirham ediyorum. O halde geleyim ki, kalbinizden geçirdiğiniz bir sualin cevabını verebileyim” diye yazdı. Bir zaman sonra Ebü’l-Abbas’dan mektubun cevabı geldi. Yazıyordu ki: “Evvelki gece, mana aleminde bir daire şeklinde toplanan velileri gördüm. Onların da ortalarında iki zat var idi. Bunlardan birisi Ebü’l-Hasen bin Siban idi. Diğeri de Endülüslü idi. O sırada kalbime hafiften bir nida geldi. Bir ayet-i kerime okundu. Bunun üzerine ikisi birden secdeye kapandılar. Yine hafiften; “Secdeden hangisi önce kalkarsa, o “Kutb” ve “Gavs” dır” denildi. Merakla bekliyorduk, önce Endülüslü başını kaldırdı. Endülüslüye dilimi oynatmadan yani kalbimden bir sual sordum. Bana dönerek bir defa üfürdü. Onun bu nefesinde sorduğum sorunun cevabı var idi. Onun bu cevabına, hem ben, hem de oradaki bütün veliler hayran kaldılar. Endülüslünün yüzüne dikkatle baktım, sen idin.”

Yedinci Menkıbe:

Zenginlerden biri, Muhyiddin-i Arabi hazretlerine kıymetli bir ev bağışlamıştı, İbn-i Arabi hazretleri bu evde oturuyordu. Birgün bir fakir gelip dedi ki: “Allah rızası için bana birşey ver.” Muhyiddin-i Arabi hazretleri de buyurdu ki “Bu evden başka birşeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun.” Böyle söyleyip, evi o fakire verip orayı terk etti.

Sekizinci Menkıbe:

Bir gün sohbetine inkarcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci Peygamberlerin mucizelerini inkar ediyor, filozof olduğu için herşeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: “Avamdan insanlar, Hazreti İbrahim’in (aleyhisselam) ateşe atıldığı ve yanmadığı kanaatindedirler. Bu nasıl olur? Zira ateş her şeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır.” Devam edip bir takım sözler söyleyince Muhyiddin-i Arabi hazretleri; “Allahü teala, Enbiya suresinin 69. ayet-i kerimesinde mealen; “Biz de: Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve selamet ol, dedik” buyurmaktadır.” dedi.

Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hali gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddin-i Arabi bunun üzerine; “Ateşin yakıp yakmaması, Allahü tealanın dilemesiyledir” buyurdu. Filozof onun bu kerametini görünce, Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.

Dokuzuncu Menkıbe:

Muhyiddin-i Arabi hazretleri, İmam-ı Gazali’ye muhabbet ve bağlılığından, Şam’da Gazaliye Medresesi’nde çok oturur, İmam-ı Gazali hazretlerinin eserlerini okurdu. Birgün müderris derse gelmedi. Muhyıddin-ı Arabi oradaydı. Fakihler kendisine; “Efendim, bugün bize dersi siz veriniz deyip ısrar ettiler. O da; “Ben Maliki mezhebindenim. Madem ki çok ısrar ediyorsunuz akşamki dersinizi söyleyiniz” buyurdu. İmam-ı Gazalinin fıkha dair (Vesit) kitabından bir yer gösterdiler. Muhyiddin-i Arabi onlara ders verdi. Uzun uzun izah ve açıklamalar yaptı. Öyle ki, onlar, “Biz böyle bir üstad görmedik” dediler.

Onuncu Menkıbe:

Horasan’da Muhyiddin-i Arabi hazretlerine çok dil uzatan, ona ve onu sevenlere eziyet eden bir adam vardı. Çok eziyet görenler, Muhyiddin-i Arabi’ye bunu şikayet edip, sabra tahammülümüz kalmadı, cezasını veriniz dediler. O da; “Bana şöyle şöyle bir bıçak getirin” buyurdu.

Bir kağıdı insan şeklinde yapıp, bıçakla kesti ve; “Ey cemaat, şu anda, Horasan’daki o inatçı adamı boğazladım. Evindeki duvarın çatısındaki köprü şeklindeki kalası kaldırdım ve bıçağı onun altına koydum. Onu yirmi kişiden az insan kaldıramaz. Bıçağın üzerine, onun kanı ile, bunu Muhyiddin-i Arabi boğazladı diye yazdım” buyurdu. Şikayet edenlerden biri Horasan’a gitti. O evi buldu. Filan kimse, falan günde, falan saatte onu kesti dediler. Hadise, hocalarının buyurduğu şekildeydi. Onlara vakıa yı anlattı. Birçokları töhmetten kurtuldu. Bildirilen kalası kaldırdılar. Bıçağı ve yazıyı, Muhyiddin-i Arabi’nin buyurduğu halde buldular.

On birinci Menkıbe:

Bir kimse, Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin büyüklüğüne inanmaz, ona buğz ederdi. Her namazının sonunda da ona on defa la’net etmeyi kendisine büyük bir vazife kabul ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenazesinde Muhyiddin-i Arabi de bulundu. Cenazenin affedilmesi için cenab-ı Hakka yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddin-i Arabi’yi evine davet etti. O evde bir müddet murakabe halinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murakabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: “Bana hergün namazlarının sonunda on defa la’net okuyan bu kimse, af ve mağfiret edilinceye kadar Allahü tealaya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu halde bekledim. Yetmişbin Kelime-i tevhid okuyarak ruhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabul buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”

On İkinci Menkıbe:

Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi Mısır’a giderken, yolda şahid olduğu bir hadiseyi şöyle anlatır: “Yolda, otlar arasında hayatının otuz yılını geçiren bir kimseyle karşılaştım. Bu zatın hallerini çok beğendim. Yanında kaldığım üç gün zarfında hep ibadetle meşgul oldu. Yalnız o, günde bir defa deniz kenarına gidip üç balık tutardı. Bunlardan birini yer, birini misafirine ikram eder, birini de yeniden suya bırakırdı.

Ayrılacağım zaman vedalaştık, sonra nereye gideceğimi sordu. Mısır’a gideceğimi söyleyince; “Benim üstadım da Mısır’dadır. Acaba oraya varınca hocama, benim hürmet ve selamlarımı söyler misin? Bana nasihat buyurmasını istirham ediyorum” dedi. Ben de; “Peki” dedim. Fakat hayret ettim. Çünkü hocam diye bahsettiği o kimseyi tanıyordum. Dünyaya meyletmiş zengin bir kimse idi.

Nihayet onu, Mısır’da sarayda buldum. Görünüşte büyük debdebe içinde bir hayatı vardı. Talebesinin selam ve hürmetini söyledikten sonra, nasihat istediğini de bildirdim.” Dedi ki: “Ona söyleyiniz, gönlünden dünya muhabbetini silsin.” Bu kimsenin yaşadığı hayat ile söylediği söze hayretim daha çok arttı. Dönüşümde, o talebeye hocasının sözlerini aktarınca derinden bir ah çekti ve; “Ben burada otuz senedir Cenab-ı Hakka ibadet yapıyorsam da, hakikatte gönlümde hala dünya sevgisi vardır. Üstadım dünya nimetleri ve zinetleri içinde yaşıyorsa da, kalbinde zerre kadar dünya muhabbeti yoktur, İşte aramızdaki fark budur” dedi.”

On Üçüncü Menkıbe:

Şeyh-i Ekber anlatır. “Mısır’da alimlerin ve velilerin davet edildiği bir ziyafete gittik, yemekten sonra dua yapıldı. O sırada güveç yemeğinin yapıldığı çömlek, durduğu yerde parçalandı. Alimlerden birisi; “Ey alimler ve marifet sahipleri, bu çömleğin kırılmasındaki hikmet nedir?” dedi. Bazıları; “Bu çömlek, hal lisanı ile; “Allahü tealanın sevdiği kullar benden yemek yedi. Bu şeref bana kafidir. Eğer kırılmasam, bundan sonra benimle yine yemek pişirerek, soğanla sarımsakla kokuturlar. Bu kazandığım zevki bir daha bulamam korkusuyla kırıldım” diyor dediler. Herkes kendisine göre çömleğin kırılmasındaki hikmeti anlatırlarken bana da sordular. Ben de; “Bu çömlek, lisan-ı hal ile; “Bir kalbin içine Allahü tealanın muhabbeti girdikten sonra başka bir şeyin muhabbeti girmemelidir. Şayet girerse, o kalp benim gibi kırılmalıdır” diyor” dedim. Bu söze orada bulunan herkes memnun oldu. Doğrusu da budur, dediler.

On Dördüncü Menkıbe:

Muhibbüddin-i Taberi, validesinden şu hadiseyi rivayet etti: “Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretleri, birgün Ka’be-i muazzamada, Ka’be’nin ma’nası hakkında bir va’z veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkar ettim. O gece, ma’nevi ma’nada Ka’be’nin Muhyiddin-i Arabi’nin etrafında döndüğünü, onu tavaf ettiğini gördüm.”


Şihabüddin Sühreverdi ile Muhyiddin İbni Arabi yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra birşey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdi’ye denildi ki: “İbn-i Arabi hakkında ne dersin?” Buyurdu ki: “Hakikatler deryası, kutb-i kebir ve gavs’dır.”

İbn-i Arabi’ye Sühreverdi’den sorulunca buyurdu ki: “Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur.”


“Ruhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?” diye sordular. Onlara verdiği cevapta; “Üç şekilde: 1) Rü’ya yoluyla, 2) Onların ruhaniyetlerini da’vet edip görüşerek, 3) Bedenimden ruhumu ayırıp, ruhumla onların yanına giderek” buyurdu.


Muhyiddin-i Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye kitabında buyuruyor ki: “Adem aleyhisselam, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa, Hazreti İbrahim aleyhimüsselam ile görüştüm. Hepsinden ma’rifete ait bilgiler öğrendim. Her biri bana iltifat ederek; “Hoş geldin ya Varis-i Muhammedi dediler.”

Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

أحدث أقدم

Öne Çıkanlar

Nefs