Kadiri Yolu

 

Şeyhine Karşı Müridin Edebi

Şeyhine Karşı Müridin Edebi

Bir mürid için başta gerekli olan şunlardır;

a)- Dışta şeyhinin emrine aykırı hareketi terk etmek.

b)- İçinde de onun emirlerine itiraz sahibi olmamak.

Dış yönü ile baş kaldıran bir kimse, edebini bırakmış olur. İçin­den itiraz eden de kendisini ölüme atmış olur. Müride düşen görev; Sonuna kadar, şeyhi namına nefsine düş­man kesilmektir. İçten ve dıştan şeyhinin emrine aykırı hareket et­mekten, nefsini çekip almalıdır. Bu arada, ayet-i kerime olarak gelen şu duayı okumalıdır;

“Rabbimiz bizi bağışla. Bizden evvel imanla geçip giden kardeşlerimizi de bağışla, iman eden kardeşlerimize karşı, kal­bimize kin bırakma. Rabbimiz, sen Raufsun, Rahimsin.” (Haşr Sûresi /10)

Bir müride şeyhinden görünen ve kendisine sevimsiz gelen bir şey olur ise, onu misal getirerek, işaret yollu anlatmaya çalışmalıdır. O sevmediği şeyi, ona açık bir şekilde söylememelidir. Zira böyle bir şey, onun nefretini çeker. Şayet şeyhinden herhangi bir ayıp görür ise, bunu gizlemeye ça­lışmalıdır. Şeyhini değil, kendi nefsini itham etmelidir. Şeyhinin o ayıbı için şeriatta bir yorum aramalıdır.

Şayet şeriatta bir özür kapısı bulamaz ise, şeyhi için istiğfar et­meli ve ona başarı dileğinde bulunmalıdır. Onun için bilgi, ayıkma hâli, korunmak, himaye istemelidir.

Hiçbir zaman, şeyhinin günah işlemez masum bir kimse olaca­ğına da itikad etmelidir. Ondan gördüğü ayıbı da hiçbir kimseye anlatmamalıdır. Aradan bir gün veya bir saat geçtikten sonra, şeyhi o hâlinden dönebilir. Yahut bu hâlinden, bir gün veya bir saat sonra geçeceğine itikad etmelidir. Zira şeyh daha yüksek mertebeye geçebilir, olduğu hâlde kalmaz. O yaptığı şeyde bir anlık gaflet ve yanılma sonucu ol­muştur. İki hâl arasındaki bir arada olmuştur.

Zira her iki hâl arsında bir fasıla ve bir dönüş vardır. Bu dönüş şeriatın ruhsat verdiği şeylere, mubahlara, zorluğa olur. Bunu iki ev arasındaki bir boşluk olarak saymalıdır. İki konak arasına bir dinlenme yeri bilmelidir. Birinci hâlin nihayeti, ikinci hâ­lin eşiğine varış saymalıdır. Bir velâyet hâlinden diğerine geçiş gör­melidir. Bir velâyetin rütbeli elbisesini çıkarıp diğerini giymek say­malıdır ki; İkincisi birincisinden daha yüksektir, daha şereflidir. Zira şeyh her an Allah-û Teâlâ katından gelen daha ziyade ihsana nail ol­maktadır, ondan yakınlık bulmaktadır.

Şeyh bazen öfkelenebilir. Yüzünü astığı da olur. Kendisinden yüz çevirme hâli de çıkabilir. Ancak, bütün bu hâllerden dolayı, şeyh­ten ayrılmamalıdır. Kendi özünü araştırmalı, şeyhine karşı kendisin­den çıkan edep dışı harekete göz atmalıdır.

Bu arada, sonu Yüce Allah’a ulaşan aşırı bir harekette de bulun­muş olabilir. Mesela; Yapılması gereken bir emri yapmamış, yasak bir işten kendisini çekememiştir. Bütün bu anlatılanlar için, Rabbinden bağışlanmasını dilemeli, ona tövbesini sunmalıdır. O yapılan aşırı işlere bir daha dönmemeyi niyetine almalıdır.

Daha sonra da şeyhten özür dilemelidir. Onun önünde eğilmeli, eteklerine yapışmalıdır. Gelecekte ona muhalefet etmemek sureti ile sevgisindeki doğruluğu göstermelidir. Her daim onun yanından ayrıl­mamaya, onun hizmetinde durmaya gayret göstermelidir.

Mürid, şeyhini Yüce Rabbi ile arasında bir vasıta bilmelidir. Rabbine ulaştıran bir yol ve bir sebep bilmelidir. Mesela, bir kimseyi ele alalım. Bu kimse, sultanı görmek ister. Ama onunla yakınlığı ve tanışıklığı yoktur. Şimdi bu kimseye mutla­ka gereklidir ki; Padişahın perde darlarından birini görebilsin. Yahut onun yakın çevresinden ve özel adamlarından birini bulsun.

Bu bulduğu zat, kendisine sultanın hâlini ve âdetini öğretecek­tir. Onun huzurunda nasıl duracağını, onunla nasıl konuşacağını an­latacaktır. Hatta onun yanına giderken, ne gibi hediyeler götüreceği­ni bildirecektir. Onun hâzinelerinde bulunmayanı söyleyecektir. Ne­lerden çok, nelerden az götürmesi gerektiğini de tembih edecektir.

Bütün bu işler şunun için yapılır ki; O huzura çıkarken, kapı­dan girmelidir. Kapı sayılmayan başka bir yerden girmemelidir. Yani; Her işi, edebine erkânına göre yapmalıdır. Aksi hâlde daha işe başlar­ken kaybeder, ihanete uğrar ve kovulur. Sultandan umduğunu bula­maz, maksuduna eremez.

Her yeni bir yere girende bir heyecan vardır. Bu manadan ola­rak, ona hatırlatan ve minnet borcu olan biri gerek. Elinden tutup kendisine yakışan bir yere oturtan biri gerek. Ta ki; Bir ihanete uğ­ramasın. Kendisinin edepsizlik ettiği, akılsız davrandığı gösterilmemelidir.

Üstteki manadan gerçek olarak ortaya çıkan odur ki; Yüce Al­lah’ın yeryüzünde cereyan eden âdeti de böyledir. Yani; Bir şeyh ol­sun, bir de mürid. Bir sahip olsun, bir de onun sahip olduğu kişi. Bir uyan olsun, bir de uyulan. Bu durum, Âdem (a.s)’den beri böyledir, kıyamete kadar da sürecektir. Hele bir Adem (a.s)’ın hâline bir bak ta gör.

Allah-û Teâlâ Adem (a.s)’ı yarattıktan sonra, ona isimlerin hemen her birini belletti. Allah-û Teâlâ ile Adem (a.s), bir usta çırak gi­bi oldu. Hemen işe onu öğretmekle başladı. Bir mürid ile şeyhi gibi ol­dular.

Allah-û Teâlâ, Âdem (a.s)’a şöyle anlattı;

– Ey Adem, bu katırdır bu da eşek!

Âdem’e o kadar şey öğretti ki, çanak çömleğin adını da öğretti. Allah-û Teâlâ Âdem (a.s)’a öğreteceklerini öğrettikten sonra, onu mu­allim bir üstat, hâkim bir şeyh eyledi.

Ona çeşitli hülleleri giydirdi; süslü takılar taktı. Tacını giydirip, kuşak bağladıktan sonra cennette bir kürsü üzerine oturttu. Konuş­mayı da öğretti.

Melekleri, Adem’in çevresine saf saf sıraladı.

Sonra Adem’e şöyle buyurdu;

– “Ey Âdem, bunlara her şeyi isimleri ile anlat.” (Bakara Sûresi /33)

Zira meleklerin aczi, seni bilmemeleri çıkmıştır.

Melekler, Adem’in bildiği şeyi bilmediklerini daha önce itiraf et­mişlerdi. O zaman, şöyle demişlerdi;

– “Sübhansın bizim ne bildiğimiz var. Ancak senin bize öğrettiğin kadarını biliriz.” (Bakara Sûresi /32)

Bundan sonra Adem meleklerin şeyhi oldu; melekler de Adem’in talebeleri. Kur’ân’ın da şahitlik üzere, hemen her şeyi isim­leri ile saydı. Bunun üzerine Âdem (a.s)’in onlara nazaran daha fazi­letli olduğu anlaşıldı. Hem Allah katında, hem de kendi yanlarında Âdem’in daha şerefli ve daha faziletli olduğu ortaya çıktı. 

Adem, bundan sonra onların tâbi oldukları bir zat oldu. Ne zaman ki, olanlar oldu; Adem ağaçtan yedi ve cennetten de çıkarıldı. Hâl bir başka oldu. Makam bir başka makam oldu. Önceki ilmi de kendisine verilmedi. Henüz bir yere de yerleşmemiş durumda idi. Yeryüzünde kesin kalacağı da belli değildi. Kendisi, cennetten çıkarı­lıp yeryüzüne gönderileceğini sanmıyordu. Ama olan olmuştu. Sonra yeryüzüne ulaştı. Orada gezip durdu. Ne var ki yeni gel­diği bu yerden korkmaya başladı. Daha önce hiç görmediği şeyleri yeryüzünde gördü. Kendisine açlık geldi. Susadı. Hararet bastı, yandı. Bir sıkıntı sardı. Daha önce bunların hiçbirine alışık değildi.

Kendisi bu hâle geldikten sonradır ki; Bir muallime, bir mürşide, bir üstada, bir delile, bir terbiyeciye, bir aktarıcıya ihtiyaç hissetti.

Bunun üzerine Allah-û Teâlâ Cebrail (a.s)’i ona yolladı. Cebrail (a.s) geldikten sonra onunla arkadaş oldu. Zor durumda kaldığı ko­naklama yerini kendisine anlattı. Adem (a.s)’e buğday verdi. Sonra bunu ekmesini söyledi. Sonra olgunlaştıktan sonra, toplamasını emretti. Bu yolda, kendisine gere­ken sebepleri hazırladı; un yapmasını emretti. Bundan sonra Adem’e ekmek yapmasını, sonra o ekmekten ye­mesini emretti. Sonra, yediği şeyler midesinden çıkmak istedi. Ancak Adem bu­nun nasıl olacağını bilmiyordu. Yine bir öğreticiye ihtiyaç hissetti.

Cebrail (a.s) nasıl dışarı çıkacağını ve nasıl temizlik yapacağını da ona öğretti. Bulunduğu yerde nasıl ibadet edeceğini de kendisine anlattı. Âdem (a.s)’ın cesedi daha önce beyaz ve parlaktı. Ama o beyaz­lık ve parlaklık değişip kararmıştı. Tekrar eski hâline nasıl döneceğini de Adem’e öğretti. Bu yolda yapması için Eyyam-ı Bıyd orucunu ona emretti. Yani; Her ayın 13. 14. 15. günlerini oruçlu geçirmesini söyledi. Bunları yapınca vücudu beyaz oldu.

Cebrail (a.s), Adem (a.s)’e daha başka ilim ve edep yollarını da öğretti.

Böylece, Adem (a.s), Cebrail (a.s)’in bir talebesi oldu. Cebrail (a.s) de onun üstadı ve şeyhi oldu. Hâlbuki daha önce, Adem (a.s), tüm meleklerin tâbi olduğu bir zattı, onların en bilgini idi. Ne var ki, o hâllerin tümü değişti, iş bir başkaya vardı. Yeni bir başka yer oldu. Bundan sonrası sırası ile devam edip gitti. Adem (a.s), bildiklerini oğlu Şit’e öğretti. Şit’in çocukları da öğ­reneceklerini ondan öğrendiler.

Nuh (a.s), Öğreteceklerini kendi çocuklarına öğretti. İbrahim (a.s) da öğreteceklerini kendi çocuklarına öğretti. Anlatılan manada şu ayet-i kerimede daha açık olarak anlatılır; “İbrahim ve Yakup çocuklarına tavsiye ettiler.” (Bakara Sûresi /132) Yani; Emrettiler ve öğrettiler. Musa ve Harun (a.s) da kendi çocuklarına ve İsrail oğullarına bildirdiler. İsa (a.s) da kendi havarilerine Öğretti. Sonra, Cebrail (a.s) Resulullah (s.a.v) efendimize bazı şeyleri öğ­retti. Abdest almak, namaz kılmak, misvak (diş fırçası) kullanmak da onun Resulullah (s.a.v) efendimize öğrettikleri arasında idi.

Resulullah (s.a.v) efendimiz bu manada şöyle buyurdu;

“Cebrail bana misvak kullanmayı tavsiye etti. Nerede ise farz olacaktı. Cebrail bana Kabe’nin yanında iki kere namaz kıldırdı. Güneşin zevali sırasında bana öğle namazını kıldırdı.” Üstteki hadis-i şerifin devamı vardır; daha önce anlatıldı. Sahabe de öğreneceğini Resulullah (s.a.v) efendimizden öğrendi. Tabiin de öğreneceğini sahabeden öğrendi. Tâbiine uyanlar da öğreneceklerini onlardan öğrendiler. Asır asır, göbek göbek gelenler birbirlerinden öğrenerek geldiler.

Peygamberlerden her bir peygamberin yoluna gidip hidayetine tâbi olduğu bir arkadaşı olmuştur. Kendisini izleyen, mezhebine gi­ren biri bulunmuştur ki, sonra kendisinin halifesi olmuş ve yerine geçmiştir. Şöyle ki; Musa (a.s)’nın hizmetinde bulunan bir genç vardı ki; Yuşa bin Nun (a.s) idi.

İsa (a.s)’la da Havarileri vardı. Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer de Resulullah (s.a.v) efen­dimizle beraber olmuşlardır. Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de öyle­dir. Diğer kalan sahabeyi de bu arada sayabiliriz. Allah onlardan ra­zı olsun.

Veliler, sıddıklar, bedeller de öğreticiler ve talebeler arasında sayılırlar. Şöyle ki;

Hasan-ı Basrî ile Utbe bin Gulam öğretici ve talebe gibi idiler. Sırr-i Sakati ile kendi hizmetini gören ve kız kardeşinin oğlu Ebul Kasım Cüneyd-i Bağdadî de öyle idi. Bunların şerhi yapılsa çok olur. Şeyhler Allah’a vardıran yoldur. Yüce Allah’a götüren deliller­dir. Yüce Allah’ın huzuruna çıkılan kapılardır. Anlatılan manadan olarak, her müride bir şeyh gereklidir. Bu şeyh, beyan ettiğimiz üzere olacaktır; mürid de öyledir. Yani; Allah’a ulaşmayı dileyen her müride bir büyük zat gereklidir.

Ancak, kaideyi bozmayan bazı istisnalar vardır ki; bunların şey­he ihtiyacı yoktur. Bu durumda caizdir ki, Allah kullarından bir ku­lunu zatına seçsin. Terbiyesini üzerine alsın. Onu şeytanın, nefsin ve kötü arzuların şerrinden ve fesadından da korusun.

Resulullah (s.a.v) efendimizi, İbrahim (a.s)’ı da bu arada saya­biliriz. Resulullah (s.a.v) efendimize ve İbrahim (a.s)’a salât ve selâm olsun.

Veli kullarından da, Veysel Karanî’yi sayabiliriz. Başka veli kullar da vardır ki, bunların hiçbiri inkâr edilmez. Ancak ben, umumi manada söz ediyorum, daha sağlam ve daha güzel yolu anlatıyorum. Hiçbir müride şeyhten ayrılmak yakışmaz. Ta Yüce Allah’a eri­şip şeyhe ihtiyacı kalmayıncaya kadar. Durum anlatıldığı gibi olduktan sonra, Yüce Allah onun yetişip, terbiye görmesini üzerine alır. Bu arada, ona öyle manalar vakıf kılar ki, şeyhi de ona vakıf olmaz. Dilediği her amelde onu kullanır. Ona emir verir, yasak eder. Genişlik verir, sıkar. Zengin eder, fakir eder.

Ona bazı telkinler verir, nasibinde olanlara vâkıf eder. İşinin varacağı şeyi bile ona anlatır. Bu durumda o kimse, Rabbi ile olur, başkasına ihtiyacı kalmaz. Onun dışında her şeyden uzak olur. Onun gönlüne, Rabbine karşı edepli olmak, onun hizmetinde, hürmetinde saygısında bulunmak dı­şında bir şey sığmaz.

İşte bundan sonradır ki, şeyhten kesilir.

Bu manada çok kere, onun için şeyhe uğramak haram olur. Ancak sarih bir durum ve açık bir haber sonunda onunla bulu­şabilir. Bir rastlantı hâlinde onunla buluşabilir. Bir rastlantı hâlinde onunla buluşması mümkündür. Mesela, yolda karşılaşmak, camide buluşmak gibi kader icabı bir durum ola­bilir. Bunda da bir kasıt aranmaz.

Bütün bu işlerin olması, hâli korumak, Yüce Yaratıcı ile yetin­mek, hâl âlemini sıkı tutmak, onun üzerinde titremek içindir. Bir baş­ka sebebi de; Hataya kapılmak, hâlden ayrılmak ve o yüzden cezaya uğramak korkusudur.

Mürid ile şeyh arasını birleştiren bir hükümdür; her ikisini özünde toplar. Hâller gelince, mürid ile şeyh arasında dağılır. Zira hâller kader olan şeylerdir. Kader ise, gizlidir. Yüce Allah’ın fiilidir. Allah-û Teâlâ her an başka bir tecelli yüzü gösterir. Erteler, öne alır. Değiştirir, bozar. Velâyet verir, azleder. Zengin eder, fakir eder. Aziz eder, zelil eder.

Yüce Allah kader kıldığı şeyleri, zamanlara göre ayırıp yollar. Bunların da halkından hiç kimse kavrayamaz. Orası karanlık bir ge­ce gibidir; dalgalı bir deniz gibidir. Dipsiz bir ummandır, ondan bir şey almak da mümkün değildir. Ancak onu Yüce Allah bilir. Bir de vâkıf kıldığı resullerinden, nebilerinden, has velilerinden bazılarıdır.

İki veli kadere ve fiil hâline geçtikten sonra, müridin şeyhi ile ne işi olabilir? Şeyh bir başka yöne gider, müridin yolu ise ondan başkadır. Bu gittikleri yolların oluş şekli ve yönü değişiktir. Durum anlatılan gibi olunca, onlar için sohbet, buluşmak, gö­rüşmek nasıl olur? Böyle bir şeyin olması cidden zordur. Şayet buluşabilirler ise, bu enderdir ki; ona iltifat edilmez. Onun üzerine bir hüküm verilmez. Zira hüküm çoğunluk üzerinedir. Gerçekleşen ve açık olana göre hüküm verilir.

Allah’ın salâtları o şeyhe ve müride olsun. Mürid öyle bir hâle erer ki; Orada Rabbi ile varlık bulur. Ender vakit dışında şeyhi ile ar­tık buluşamaz.

Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

أحدث أقدم

Öne Çıkanlar