Kadiri Yolu

 

rad suresi 26-31. ayetlerin tefsiri



Ra’d Sûresi 26-31. Ayetlerin Tefsiri


بِسْمِ ‬‮اللّٰهِ ‬‮الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم


Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla hamd yalnız Allah’ındır. Salat ve Selam ise Allah’ın Resulüne onun aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen duaları işitensin herşeyi bilensin.


اَللّٰهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ وَفَرِحُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا فِي الْاٰخِرَةِ اِلَّا مَتَاعٌ۟

(A)llâhu yebsutu-rrizka limen yeşâu veyakdir(u)(c) veferihû bilhayâti-ddunyâ vemâ-lhayâtu-ddunyâ fî-l-âḣirati illâ metâ’(un)

26- “Allah dilediği kimseye rızkı genişletir, daraltır. Onlar ise dünya hayatı ile sevindiler. Halbuki dünya hayatı ahiretin yanında sadece bir geçimliktir.

Rızkı genişletip daraltan sadece Allah’tır. Rızkı genişletip yayanın yüce Allah’ın iradesi ve hikmetine bağlı olduğu bize bildirilmektedir. Rızık, yalnızca mal ve servet değildir; sağlık, huzur, bilgi, dostluk, hatta iman bile bir rızıktır. Allah rızkı hikmeti gereği bazen genişletir; bir kulun şükrünü, sabrını veya cimriliğini sınar. Bazen de daraltır; sabrını, tevekkülünü ve teslimiyetini denemek içindir. 

İbn Kesîr bu noktada şöyle der: “Allah kullarına rızkı dilediği şekilde takdir eder; bunu bazen imtihan, bazen ikram, bazen de hikmetinin bir gereği olarak yapar.” 

Yüce Allah’ın varlığına bu buyrukta delil vardır. Çünkü bu kainatın genişleyip daralması gerçeği ya mal konusundadır veyahut da ruhlar ve cesetler aleminde meydana gelen genişletip daraltma (bast ve kabz) ile ilgilidir. Bütün bu gibi şeyleri, sağlıklı bir fıtrata sahip kimse, ancak her şeyi yerli yerince koyup yaratan zatın varlığı ile izah edebilir. O bakımdan bu buyruk, yüce Allah’ın varlığının delilini de göstermektedir.  

Âyetin devamında: Kafirler kendilerine verilen dünya hayatının geniş imkanları, dolayısıyla azgınlık ve isyan türünden sevinç izhar ettiler. Yoksa bu, yüce Allah’ın lütuf ve üzerlerindeki nimeti dolayısıyla duyulan bir sevinç değildir. Hâlbuki dünya nimetleri bir imtihan vesilesidir, değer ölçüsü değildir. Onlar Allah’ın nimetlerine karşı şükür ederek karşılık vermediklerinden dolayı, ahiret nimetleri ile de onlara ecir verilmeyecektir. 

Kurtubî ise şöyle der: “Dünya hayatına sevinmek, akıllı bir kimsenin sevinci değil, gaflet ehlinin sevinçlerindendir.”

Ahiretin nimetlerine kıyasla dünya hayatının metaı, faydası çok basit kalır. Yani dünya, ahiretin sonsuzluğu karşısında bir nefeslik bile değildir. Yolunda giden süvarinin acele etmesi gibi, ondan çabucak faydalanır ve geçilir. Acelesi olan yolcunun yiyip içebileceği birkaç hurmayı ve birkaç yudum suyu çabucak yiyip içmekten ibarettir. İşte, kafirlerin gaflete düştükleri, müminlerin de hatırlarında tuttukları bir konudur bu.  

İmam Ahmed ve Müslim rivayet ediyor… Fihr oğullarından el-Müstevrid dedi ki: Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “Dünya hayatı ahirette ancak sizden herhangi birinizin parmağını şu denize batırıp çıkarması gibidir. Bakalım onun o parmağı su tutar?” Hz. Peygamber böyle buyururken şehadet parmağına işaret etti.”

İbni Kesir der ki: Bir başka hadis-i şerifle Resulullah (sav) ölmüş küçük kulaklı bir oğlağın yanından geçiyorken şöyle buyurdu: “Allah'a yemin ederim bu ölmüş hayvanın sahipleri onu bu şekilde attıkları zaman, nasıl onlar için bir değer ifade etmiyor idiyse, bu dünyada Allah için bundan daha değersiz ve önemsizdir.”

Âyetin Verdiği Mesajlar: 

1- Rızkı veren yalnız Allah’tır. İnsan emeğini sarf eder ama sonucu Allah belirler.
2- Zenginlik veya fakirlik, Allah’ın razı olduğu veya olmadığı anlamına gelmez.
3- Dünya nimetlerine aşırı sevinmek, ahiret bilincinin zayıf olduğunu gösterir.
4- Ahiret, asıl yurt ve kalıcı mutluluktur; dünya onun tarlasıdır.

Tasavvuf ehli bu âyeti özellikle “tevekkül” ve “kanaat” açısından değerlendirir. Hak dostları der ki: “Rızık genişleyince şükret, daralınca sabret; her iki hâlde de rızkı verenin Allah olduğunu unutma.” Bu âyet, kulun rızkı kazanç değil takdir olarak görmesini, dünya sevinci yerine huzurla tevekkülü tercih etmesini öğretir.

Ra’d 26. âyet, insana şu hakikatleri hatırlatır: “Ey insan! Rızkınla övünme, darlığınla üzülme. Çünkü her şey Rabbinin elindedir. Dünya, seni oyalamak için değil, seni imtihan etmek içindir. Asıl sevinç, Allah’ın rızasına ermek ve ebedî hayatta nimet bulmaktır.”

وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَةٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قُلْ اِنَّ اللّٰهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ اَنَابَۚ

Veyekûlu-lleżîne keferû levlâ unzile ‘aleyhi âyetun min rabbih(i)(k) kul inna(A)llâhe yudillu men yeşâu veyehdî ileyhi men enâb(e)

27- “Kafir olanlar derler ki: “Rabbinden kendisine bir ayet indirilmeli değil miydi?” De ki: “Muhakkak Allah dilediğini saptırır kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.”

Kafirler kendi iddialarına göre iman etmek için bir takım mucizelerin gösterilmesini teklif ederler. Sanki imana dair deliller az veya yetersizmiş gibi. Onlara göre ancak gözle görülür delillere dayanmalıydı, “Hidayet, mucize görmek değil, kalbin yönelmesiyle olur. Allah’a iman etmek için bir takım mucizelerin gösterilmesini teklif edenler şunu bilmeliler ki; Allah’ın varlığının delili her şeyden çoktur. Yahut bu mucizeleri Rasulullah (Sav)’a iman etmek için isteyenler de bilmelidirler ki, bu Kur'an en büyük mucize ve delildir. Eğer bunlar bu mucize tekliflerini Kur'an'a iman etmek için yapıyorlarsa, şunu bilmelidirler ki, Kur'an-ı Kerim'deki mucizeler icaz ve deliller kuşatılamayacak, sayılamayacak kadar çoktur. Bu tür istekleri hakikati arayış değil, inatlarını meşrulaştırmak için bu isteklerde bulunurlardı. “Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız” İsra/90 yani mucize istiyor görünüyorlar ama kalplerinde iman etme niyeti yoktur. 

İbni Kesir bunlar için şu noktada şöyle söyler: “Onların istedikleri mucizeler, iman için değil, inkarlarını haklı göstermek içindir.”

İşte bütün bunlardan dolayı kafirlere şu cevap verilmektedir: De ki muhakkak Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir. Kalbi ile Rabbine dönen kimseyi dinine irşad eder, ona iletir. Allah teala hiç bir kuluna zulmen saptırmaz; saptırma, kulun kendi tercihleriyle başlar. Kul yönünü haktan yana çevirince, Allah da onu kendine yöneldiği istikamette bırakır. Yani “Allah dilediğini saptırır” demek: “Hakkı bile bile yüz çevirenleri kendi seçimlerinin sonucuna bırakır.” anlamındadır. Buna karşılık, “Kendisine yöneleni doğru yola iletir” ifadesi, kalbi arayış içinde olan, samimi dönüş yapan kimselerin ilâhî lütfa mazhar olacağını bildirir.

Tasavvufta bu kelime, kalbin sürekli Allah’a dönüş hâlinde olması anlamına gelir. Yani hidayet, gözle değil, gönülle başlar.

Bu rablerine dönüp dinine iletilen kimselerin alametleri de biraz sonra belirtilecek olan niteliklerdir. Allah'ın resulü onlara ister tekliflerine uygun ve istedikleri doğrultusunda bir mucize getirsin ister onların isteklerini kabul etmesin, delalete götürüp saptıran ve hidayete ileten O’dur. Hidayete iletmek ve saptırmak bu talebin kabul edilmesi veya edilmemesi ile alakalı değildir.

Âyetin Verdiği Mesajlar

1- İman, mucizeyle değil, yönelişle olur.  Deliller, kalp kapalıysa fayda vermez.

2- Hidayet, Allah’ın lütfudur, ama bu lütuf isteyenlere verilir.

3- İnkâr, sadece aklî değil, ahlâkî bir tercihtir. Kalp isteyince akıl yol bulur.

4- Sülûk ehli için bu âyet, “kalbi yöneltme” eğitimidir:  Mucize arama; kalbini aç, hidayet oraya iner.

Tasavvufî Bakış

Bu âyet, müridin yolculuğunda iç mucizeyi aramasını öğütler.  Zira dışta mucize görmek kolaydır; asıl mucize, kalbin değişmesidir.

1- Kimi gökten mucize ister, kimisi gönlünden bir nur doğmasını diler.

2- Kimi işaret arar, kimi ise işareti kalbin yönelmesinde bulur.

Hak yolcusuna göre mucize;  bir anda nefsin sükûn bulması, kalbin huzura kavuşması, yani Allah’a inâbe (yönelmek) etmesidir.

Ra’d 27. âyet, insana şu sesi fısıldar: “Kalbin kapalıysa mucize bile yetmez; ama kalbin açıksa bir ayet bile sana mucizedir.” O hâlde kulun görevi, delil aramak değil, gönlünü hazırlamaktır. Çünkü Allah, kendisine yönelene yön gösterir; yüz çevirene ise, kendi yolunu bırakır.

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِۜ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ

Elleżîne âmenû vetatme-innu kulûbuhum biżikri(A)llâh(i)(k) elâ biżikri(A)llâhi tatme-innu-lkulûb(u)

28- “Onlar ki inanmışlardır ve Allah’ın zikri ile kalpleri huzura kavuşmuştur. İyi bilin ki gerçekten kalpler ancak Allah’ın zikri ile huzura kavuşur.”

İman ehli olan kimseler tesbih, tehlil, istiğfar ile veya kur'an ile kalpleri huzura kavuşur. Böylelikle kalpleri bir hoş olur ve Allah'ın zikriyle huzura erer sükun bulur. Birlediği mevlası ve yardımcı olarak Allah ondan hoşnut olur razı olur, iyi bilinmelidir ki müminlerin kalpleri Allah'ı zikrettikleri için huzur bulur. 

İbn Kesîr: “Kalplerin huzuru, ancak Allah’ı tanımak, O’na yönelmek ve O’nun zikriyle meşgul olmakla olur.  Dünyalıkla meşgul olan kalp asla tatmin olmaz.”

Elmalılı Hamdi Yazır: “Kalp, yaratılış itibariyle bir şeye dayanmak ister. Onu huzura kavuşturacak tek dayanak, fânî değil, bâkî olan Allah’tır.”

Râzî: “Zikir iki türlüdür: Dil ile zikir, Kalp ile zikir. Hakikî itminan, kalp zikrindedir. Çünkü o, marifet ve muhabbetin kaynağıdır.”

Bu âyet, tasavvufun özünü anlatır.
Sülûk ehli için “itminân” (kalbin sükûneti) makamı, seyr u sülûkun nihai hedeflerinden biridir.

Hak yolunda insanın kalbi sürekli çalkalanır: korku, vesvese, arzu, hüzün… Zikir, bu çalkantıyı ilâhî huzura dönüştüren nefestir. Zikir, kalbin Allah’a dönmesi; gafletin, yerini huzura bırakmasıdır. 

İmam Kuşeyrî şöyle der: “Zikir, kalbin hayatıdır. Zikirsiz kalp, cansız bedene benzer.
Kalp, zikrullahla dirilir, itminana erer.” 

Tasavvuf ehline göre bu âyetteki “zikrullah”, sadece dil zikri değil, hâl zikridir.
Yani kulun her hâlinde, her işinde, her nefesinde Allah’ı hatırlaması…

Zikirle Kalp Neden Huzura Erer?

1- Çünkü zikir, kalbi Allah’a bağlar. Kalp, Rabbine döndüğünde yaratılış gayesine kavuşur.

2- Çünkü zikir, kalpteki korku ve kaygıyı siler. Zikreden kul, her şeyi Allah’tan bilir; artık endişe azalır.

3- Çünkü zikir, Allah’ın huzuruna taşır. Allah da kulunu anınca, kalpte feyiz doğar:
“Siz beni anın ki ben de sizi anayım.” (Bakara 2/152)

Zikirle İtminan Arasındaki İnce Fark

Zikir, sadece dilde tekrar değildir;  itminan, zikrin meyvesidir. Dil zikreder → Kalp duyar → Kalp huzur bulur.

Zikir artarsa, kalp genişler. Kalp genişleyince, kaderi daha yumuşak taşır.  Ve o zaman kul, “rızaya” yaklaşır.

Bu âyetin sonunda gelen “Elâ” (dikkat edin!) kelimesi, adeta ilâhî bir uyarı gibidir: “Ey insan, huzuru başka yerde arama; kalbinin sükûnu ancak Benim zikrimdedir.”

Âyetin Verdiği Mesajlar

1- Gerçek huzur, Allah’ı anmakla olur.  Dünya meşgalesi ile değil, zikirle sükûnet bulunur.

2- Zikir, imanın alametidir. Kalbi Allah’ı anmayan kimse, huzuru dışta arar ama bulamaz.

3- Zikir, kalbi canlı tutar. Gaflet, kalbi karartır; zikir, onu diriltir.

4- Sülûk ehli için hedef: “Tatma’innu’l-kulûb” hâline ulaşmak, yani kalbi itminan ile doldurmak.


Tasavvufî Bakış

Ra’d 28. âyet, hak yolcusu için bir mihverdir. Seyr u sülûkun gayesi, “zikirle itminan bulan kalp” hâline varmaktır. “Kalbini zikirle doyur, çünkü aç kalp dünyayı yutar ama yine doymayacaktır.”,“Zikirle dirilen kalp, Allah’la yaşayan kalptir.”

اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ طُوبٰى لَهُمْ وَحُسْنُ مَاٰبٍ

Elleżîne âmenû ve’amilû-ssâlihâti tûbâ lehum vehusnu meâb(in)

29- “İman edip salih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir gelecek vardır.”

Yüce Allah bu ayette, iman ehlini müjdelemektedir. Onlar, iman ve salih amelleri sayesinde hoş bir hayat yaşamış, güzel bir dönüşe erişmiş kimselerdir.  İman, kalbin hakikate yönelmesi; salih amel ise bu imanın hayata yansımasıdır. Böylece hem dünyada gönül huzuru, hem de ahirette ebedî saadet onlara nasip olur.

Bu ayet aynı zamanda, mucize gösterilmesini isteyen inkârcılara verilmiş bir cevaptır. Çünkü onların sapıklığı, delillerin veya mucizelerin eksikliğinden değil;
kalplerindeki hastalıktan, hayırdan yana eksikliklerinden ve imanın nuruna kapalı olmalarından kaynaklanmaktadır. Yani problem dışta değil, içtedir; mucizede değil, kalpteki körlüktedir.

“Tûbâ lehum” İfadesinin Manası

Ayetin merkezinde yer alan “طُوبَى لَهُمْ – Tûbâ lehum” ifadesi hakkında müfessirler farklı açıklamalarda bulunmuşlardır:

1- Bazılarına göre “Tûbâ” Cennet’in adıdır. Buna göre ayet, “Salih amel işleyenlere Cennet vardır.” anlamına gelir.

2- Bazı rivayetlerde ise “Tûbâ”, Cennette bulunan büyük bir ağacın ismidir.
Bu ağacın gölgesi altından müminler geçecek, dalları Cennet’in her köşesine ulaşacaktır. Yani ayetin manası: “Salih amel işleyenlere Cennet’te Tûbâ ağacı vardır.”

3- Bazı müfessirlere göre “Tûbâ”, müjde, mutluluk, huzur ve sevinç anlamındadır. Buna göre: “Ne mutlu onlara, müjdeler olsun, gözleri aydın olsun!” demektir. Kısacası “Tûbâ lehum”, hem cennet nimetlerinin sembolü, hem de dünyevî ve uhrevî saadetin müjdesidir.

Tasavvufî Bakış (İşarî Tefsir)

Tasavvuf ehli bu ayeti, sadece zahirî bir müjde olarak değil, manevî bir sır olarak da anlamışlardır:

1- “İman edenler”, kalplerini Allah’a yöneltmiş, gönül aynasında O’ndan başkasını silmiş kimselerdir.

2- “Salih amel işleyenler”, amellerini gösterişten arındırmış, yalnız Allah rızası için yapanlardır. 

3- “Tûbâ lehum”, onların kalplerinde yeşeren ilâhî huzur ve muhabbet ağacıdır.
Bu ağaç, Cennet’te değil, önce kalpte biter; kökü tevhide, dalları marifete, meyveleri de vuslata uzanır.

4- “Husnu meâb” ise, onların dönüşünün Cennet’e değil, Cennet’in Sahibine olacağına işarettir. Çünkü onlar, nimetin değil, Nimet Verici’nin talebeleridir.

Âyetin Verdiği Mesajlar

1- İman ve salih amel dünya–ahiret saadetinin anahtarıdır

2- İman ehli Allah tarafından müjdelenmiştir

3- Kâfirlerin sapıklığı mucize yetersizliğinden değil, kalp hastalığındandır

4- Tûbâ’nın anlamı çok katmanlıdır (Cennet, ağaç, müjde)  

Sonuç

Ra’d Suresi’nin bu ayeti, hem akide hem de hal bakımından bir dengeyi öğretir:
İman — iç huzurun, salih amel — dış güzelliğin kaynağıdır. Bu iki nura sahip olanlar, dünyada “Tûbâ” yani kalp huzuru; ahirette ise “Husnu meâb” yani en güzel dönüş ile müjdelenmişlerdir. “Tûbâ lehum” — Kalbinde Hakk’ın huzurunu bulanlara ne mutlu! “Husnu meâb” — Dönüşleri artık dünyaya değil, Dost’a olana…”

Ey kalpleri imanla dirilten Rabbim! Bize Tûbâ’nın gölgesini dünyada huzur, ahirette vuslat kıl. Amellerimizi rızana yönelt, kalplerimizi gösterişten temizle. Gözümüzü nimette değil, Nimet Verici’de sabit kıl. Bizi dünyada huzura, ahirette “husnu meâb”a erişen kullarından eyle. Âmin.

كَذٰلِكَ اَرْسَلْنَاكَ ف۪ٓي اُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهَٓا اُمَمٌ لِتَتْلُوَ۬ا عَلَيْهِمُ الَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمٰنِۜ قُلْ هُوَ رَبّ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَاِلَيْهِ مَتَابِ

Keżâlike erselnâke fî ummetin kad ḣalet min kablihâ umemun litetluve ‘aleyhimu-lleżî evhaynâ ileyke vehum yekfurûne bi-rrahmân(i)(c) kul huve rabbî lâ ilâhe illâ huve ‘aleyhi tevekkeltu ve-ileyhi metâb(i)

30- “İşte böylece seni de bir ümmete gönderdik. Onlardan önce nice ümmetler gelip geçmiştir. Sana vahyettiğimizi okuyasın diye. Onlar Rahmanı inkar ederler. De ki: “O benim rabbimdir, ondan başka ilah yoktur. Yalnız ona tevekkül ederim, dönüşüm onadır.”

Biz seni diğer risaletlerden ayrı bir yönü, konumu ve üstünlüğü olan bir şekilde resul olarak gönderdik. Onlardan önce nice ümmetler gelip geçmiştir. Senden önce pek çok ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmet arasında peygamber gönderdik; Senin bu ümmetin sonuncu ümmettir ve sen de peygamberlerin sonuncususun. Onlara karşı Allah’ın yüce kitabını okuyarak Allah’ın risaletini onlara tebliğ edesin vahyin tercümanı olasın diye seni bu şekilde gönderdik. Bu tebliğ yeni bir şey değil hakikatin devamıdır.  

Biz seni, rahmeti sonsuz olan Rahman olan Allah’ı inkar eder durumda bulunan bir ümmet arasında gönderdik. O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Onlar ise Rahman olan Allah’ı inkar ediyor, kabul etmiyor; yüce Allah’ı bu şekilde nitelendirmek istemiyorlar. Bu durum kalplerin katılığını ve ilahi merhameti reddetme halini anlatmaktadır. Nitekim Hudeybiye barış belgesine Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla yazılmasını kabul etmemişler ve biz Rahman ve Rahim’in ne olduğunu bilmiyoruz demişlerdi.

De ki O benim Rabbimdir, ondan başka ilah yoktur sizin bu inkar ettiğiniz Rahman'a Ben iman ediyorum. Onun rububiyet ve uluhiyetini kabul ve itiraf ediyorum. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Bütün işlerimde yalnızca ona güvenip tevekkül edip dayanıyorum dönüşüm de onadır. Ben bu dünya hayatından sonra ona döneceğim, her halimde ona yönelirim. Çünkü böylesine Ondan başkası layık değildir. bu cümle, bir müminin iman, teslimiyet ve tevekkül duası gibidir. 

Tasavvufî Bakış (İşarî Tefsir)

Tasavvuf ehli bu ayette, risalet yolunun sülûk yoluyla kesiştiğini görür.

1- “Seni bir ümmete gönderdik” — Her hak yolcusu da kendi nefsine ve çevresine gönderilmiş bir davetçidir.  Hakikat, sadece dışa değil, insanın iç âlemine de tebliğ edilir.

2- “Onlara vahyettiğimizi oku” — Yani kalbine indirilen ilhamı, hikmeti, gönül ehline aktar. Vahyin dilinden konuşmak, nefsi susturmak, kalbin sesine tercüman olmaktır.

3- “Onlar Rahmân’ı inkâr ediyorlar” — Nefis, Allah’ın Rahman sıfatını bilmez; çünkü merhameti kendine değil, hevâsına yöneltir.  Sâlik, kalbinde Rahmân’ı tanıyana kadar, merhametsiz bir iç çatışma yaşar.

4- “De ki: O benim Rabbimdir” — Hak yolcusu da bu noktada kendi içinde şöyle der: “Benim nefsimi terbiye eden, beni var eden Rabbim O’dur.”

5- “O’na tevekkül ettim” — Nefsin gücüne değil, Rabbin kudretine dayanmak;
her hâlde “La havle ve la kuvvete illa billah” demektir.

6- “O’na yöneldim (metâb)” — Sülûkun nihayeti: dönmek, sığınmak, yokluktan varlığa, varlıktan Hakk’a geçmektir. Bu, tevbenin ve teslimiyetin en yüksek makamıdır.

Tasavvufî Özlü Yorum

“O’na tevekkül ettim ve O’na yöneldim.” — Bu, bir peygamberin dilinde risaletin özüdür; bir sâlikin gönlünde ise sülûkun sonudur. Her ikisi de aynı hakikati söyler:  Teslimiyetin kapısından gir, Rahmân’a dön.

🤲 Dua ve Tefekkür

Ey Rahmân olan Rabbim! Bizi de senin elçine emanet ettiğin hakikatle dirilt. Kur’an’ı kalbimize vahyettiklerin gibi indir; amellerimizi ihlasla, gönlümüzü tevekkülle süsle. Bizi kendine yönelenlerden, metâbı güzel olanlardan eyle. “O’na tevekkül ettim ve O’na yöneldim.” Bu söz, dilimizde dua, kalbimizde hayat olsun. Âmin.

كَذٰلِكَ اَرْسَلْنَاكَ ف۪ٓي اُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهَٓا اُمَمٌ لِتَتْلُوَ۬ا عَلَيْهِمُ الَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمٰنِۜ قُلْ هُوَ رَبّ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَاِلَيْهِ مَتَابِ

Velev enne kur-ânen suyyirat bihi-lcibâlu ev kutti’at bihi-l-ardu ev kullime bihi-lmevtâ(k) bel li(A)llâhi-l-emru cemî’â(an)(k) efelem yey-esi-lleżîne âmenû en lev yeşâu(A)llâhu lehedâ-nnâse cemî’â(an)(k) velâ yezâlu-lleżîne keferû tusîbuhum bimâ sane’û kâri’atun ev tehullu karîben min dârihim hattâ ye/tiye va’du(A)llâh(i)(c) inna(A)llâhe lâ yuḣlifu-lmî’âd(e)

31- “Şayet Kur’an ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış yahut ölüler konuşturulmuş olsaydı (yine inanmazlardı); halbuki bütün işler Allah’a aittir. İman edenler hala anlamadılar mı ki Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi ve yaptıklarından dolayı kafir olanların ya başına ya da evlerinin yakınına Allah’ın vaadi yerine gelene kadar bir musibet gelirdi. Şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz.”

Şayet müşriklerin mucize taleplerine bir cevaptır; Onlar şöyle diyorlardı: “Ey Muhammed! Eğer gerçekten peygambersen, şu dağları yerinden oynat, toprağı yarıp bize ırmaklar çıkar, ölüleri diriltip konuştur!” (Bkz. İsra 90–93) Bu Kur'an vasıtasıyla dağlar yerinden koparılıp parça parça edilmiş ovalar haline getirilse, yerler yarılıp ırmaklar fışkırsa ölüler kabirlerinden çıkartılıp konuşturulacak olsalar dahi yine o müşrikler Rahman olan Allah'ı inkar etmeye devam ederler. İnkarcıların kalbi mühürlüdür; mucize değil, iman nasibi gerekir. Bu görüşe göre ayeti kerime müşriklerin tekliflerine cevap vermektedir. 

Diğer bir görüşe göre ayetin bu cümlesi şöyle izah edilmiştir. Geçmiş kitaplardan herhangi biri dağları yürütmüş yeryüzünü yarmış yahut ölüleri konuşturmuş olsaydı Kur'an'da bunları yapardı. Bu tür şeyleri yapmak kitapların işi değil, Peygamberlere verilen mucizelerdir. O halde müşriklerin veya ehli kitabın, Kur'an'ın böyle şeyleri yapmasını istemeleri yersizdir manasızdır. 

İbni Kesir şu şekilde izah etmektedir: “Herhangi bir ilahi kitap, dağları yerinden yürütecek veya yerleri yaracak yahut ölüleri kabirlerinden çıkartıp konuşturacak olsaydı bu kitap Kur'an olurdu. Zira Kur'an, insanların ve cinlerin belagatı önünde aciz kaldıkları bir kitaptır.

Ayeti kerimenin devamında: “Halbuki bütün işler Allah'a aittir. İfadesi zikredilmiştir. Burada Peygamber (sav)’in asıl söz sahibi olmadığı, gerçek söz sahibinin Allah’u Teala olduğu, O’nun dilemesiyle her şeyi yapacağı beyan edilmiş ve dikkatler tevhid inancına çekilmiştir.

Ayette devamla iman edenler bilmezler mi ki eğer Allah dileseydi, bütün insanların cüzi iradelerini ellerinden alır, onları doğru yola sevk ederdi.”

Başka bir izaha göre ise bu bölümün manası şöyledir: “Müminler kafirlerin iman etmelerinden hala ümitlerini kesmediler mi hidayetin ve doğru yoldan saptırmanın sadece Allah'ın elinde olduğunu bilmediler mi.” Bu ayet, Peygamber’in içsel üzüntüsüne bir tesellidir. Allah Teâlâ, ona şöyle buyurur: Sen tebliğ et; hidayet Benim elimdedir; “Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir. Kasas/56

Ayeti kerimenin son bölümünde ise kafirleri tehdit etmekte ve akıbetlerinin felaket olacağını ve daha dünyada iken bile birçok musibetlere uğradıklarını ta ki öğüt alsınlar, ibret alsınlar. Yalnız başına bu bile, anlayacak kalbe sahip değillerdir. Allah’ın vaadi olan kıyamet günüdür. O vaadi zamanında gerçekleşir.

İbni Kesir Hâtim'in zikrettiği şu rivâyeti kaydetmektedir: İbn Ebî Hâtim senedini de belirterek Atiyye el-Avfi'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben (Ömer b. Hassan), ona (el Avfi'ye) şunu sordum: "Şayet Kur'ân ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış... olsaydı." âyetiyle ilgili olarak şunları söylüyorsunuz: Kureyşliler Muhammed (s.a)'e: Mekke'nin dağları etrafımızdan yürütülse ve arazimiz genişlese de orada ekip biçsek, yahut Süleymanın kavmi ile rüzgar vasıtasıyla mesafeyi kat ettiği gibi bize de arazi parçalansa (onu kat etmemiz kolaylaştırılsa) yahut İsa'nın kavmi için ölüleri dirilttiği gibi sende bizlere ölüleri diriltsen demesi üzerine yüce Allah'ın bu âyet-i kerimeyi inzal ettiğini söylüyorsunuz. Acaba siz bu hadisi Peygamber (s.a)'in ashabından birisinden rivâyet edebiliyor musunuz? Bana (el-Avfi) şöyle dedi: Evet, biz onu Ebû Saîd vasıtasıyla Peygamber (s.a)'den rivâyet ediyoruz. İbn Abbâs, eş-Şa'bî, Katâde ve başkaları da bu âyet-i kerimenin nüzûl sebebi hakkında böyle rivâyet etmişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Yüce Allah'tır.

Tasavvufî Bakış (İşarî Tefsir) 

Bu ayet, Kur’an’ın kalpteki etkisi ve imanın bâtınî mucizesi hakkında derin işaretler taşır.

1. “Dağlar yürütülse...”Tasavvuf ehline göre “dağlar”, nefsin katı arzularını simgeler. Kur’an’ın nuru, o dağları yerinden oynatır; yani nefsin katılığını eritip kalbi yumuşatır. Gerçek mucize budur: İnsanın kalbinin yumuşaması. “Yeryüzü yarılsa” — gönül toprağından marifet pınarları fışkırır.  “Ölülerle konuşulsa” — kalben ölü olan dirilir, zikr ile konuşur. Böylece Kur’an, ölü kalpleri dirilten ruhani bir nefes olur.

2. “Bütün işler Allah’a aittir.” “بَلْ لِلَّهِ الْأَمْرُ جَمِيعًا” Bu, sülûkun en yüksek makamına işarettir:  Tevhid-i ef‘âl (fiillerde birleme) Yani her fiilin, her tesirin, her dönüşün Allah’a ait olduğunu idrak etmektir. Sâlik artık bilir ki: “Ne dağ kendiliğinden yürür, ne kalp kendiliğinden yumuşar. Her şey Allah’ın emriyledir.”

3. “Allah dileseydi herkesi hidayete erdirirdi.”Bu ifade, irade sırrına dokunur.  Sülûk yolcusu bilir ki, hidayet bir nasip işidir. İlimle değil, lütufla gelir. Bu, kulun aczini fark edip, Rabbine yönelmesidir.

4. “Kâfirleri sürekli sarsan felaketler...”Tasavvufî mânada bu, nefsin ilahi darbelerle uyarılmasıdır. Nefis günah işler, gaflete dalar; sonra bir bela gelir, bir sarsıntı yaşar. Bu “kârîa”lar, Hak’tan birer uyanış çağrısıdır. Sâlikin kalbinde her bela, bir ilahi dokunuştur: “Ey nefsim, uyan! Bu musibet seni çağırıyor.” 

5. “Allah vaadinden dönmez.” “إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ” Bu cümle, hem kâfir için ikaz, hem mümin için ümittir. Hak yolcusu bilir ki: Hakk’ın vaadi, marifetle, vuslatla, rahmetle gerçekleşir. “Benim vaadim haktır” (Rum 60). O halde sâlik sabreder, tevekkül eder ve bekler — vaad vaktini.

Tasavvufî Özlü Yorum

Kur’an öyle bir nurdur ki, dağları yerinden oynatmasa da kalpleri titretir; ölüleri diriltmese de gönülleri diriltir. Gerçek mucize, gözün gördüğü değil,
kalbin imanla dirilmesidir.

Tefekkür ve Dua

Ya Rabbi! Kur’an’ın dağları yürüttüğü gibi, nefsimin katı dağlarını da yumuşat. Kalbimin ölü yerlerini dirilt, Rahmân’ın zikriyle can ver. Her işin Senin elinde olduğunu bilip, Senin hükmüne razı olanlardan eyle. “Bütün işler Allah’a aittir.” Bu hakikat, sülûkumun mihveri, kalbimin huzuru olsun. Âmin


Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

Daha yeni Daha eski

Öne Çıkanlar