Kadiri Yolu

İstiğnâ Vâdisi

İstiğnâ Vâdisi 


Tasavvuf eğitiminin merhalelerini aşılması gereken vadiler olarak niteleyen sûfîler tarafından dördüncü mertebe “istiğnâ vadisi” olarak isimlendirilmiştir. İstiğnâ zengin olmak ve Allah’tan başkasına muhtaç olmamak manasına gelen “gınâ” kelimesinden türemiştir. Kişinin kendisini kendine yeterli görmesi ve zenginlik talep etmesi anlamına gelmektedir. Sûfîlere göre gınâ tam bir mülk sahibi olmak anlamında sadece Yüce Allah’ın bir vasfı olmaktadır. 


Nitekim “Allah âlemlerden müstağnidir (Ankebût 29/6; Âl-i İmrân 3/97)” âyeti her şeyin Allah’a ihtiyaç duyduğunu ve Yüce Allah’ın hiçbir şeye ve kimseye ihtiyaç duymadığını ifade etmektedir.(Şücaeddin İlyas b. İsa Akhisârî gınânın hakikatinin bu tavırda zuhur edeceğini belirtmektedir. Bu ise Hakk Teâlâ’nın bütün âlemlerden müstağni oluşudur. Hakk Teâlâ bu tavırda hüviyeti üzere zuhûr etmiştir. İhtiyacın her türlü muhluktadır. Yaratıcı ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu yönüyle Hakk Teâlâ sûfî tarafından bu vadide müşâhade kılınmıştır. Bkz. Şücâeddin İlyas b. İsa Akhisârî, vr. 24b-25a. 80 ) 


Yüce Allah insanların iman ve ibadetlerine ihtiyaç duymamaktadır. Her şeyden müstağni, gerçek zengin ve övülmeye lâyık olan da sadece odur (bkz. Tegâbun 64/6). Abdullah Herevî’ye göre gınânın üç derecesi bulunmaktadır. İlki kalbin gınasıdır. Bu sûfînin sebeplerden uzaklaşması, Yüce Allah’ın hükmüne razı olarak husumetten kurtulması anlamına gelmektedir. İkincisi nefsin gınâsıdır. Bu sûfînin nefsinin istediği ve arzu ettiği şeyler hususunda istikamet üzere olmasıdır. Böylelikle sûfî nefsinin hazlarından kurtulacak ve riyakârlıktan uzaklaşacaktır. Üçüncüsü ise sûfînin Hakk Teâlâ ile gınâ bulmasıdır. Bunun da üç derecesi vardır. İlki sûfînin Hakk Teâlâ’nın kendisini zikrettiğini müşâhade kılmasıdır. Yüce Allah’ın ezelde kendisini zikrettiği yani bilip yarattığını müşâhede kılan sûfî ebede kadar da Yüce Allah’ın kendisini unutmayacağını idrak etmektedir. İkincisi sûfînin Yüce Allah’ın herşeyin evveli olduğunu mütalaa etmesidir. Sûfî bu mütalaa ile herşeyi tayin ve takdir edenin, bunların rızıklarını ve ihtiyaç duydukları şeyleri verenin Yüce Allah olduğunu idrak edecektir. Böylelikle yüce Allah’ın mutlak manada zengin olduğunu ve herşeyin de ona ihtiyaç duyduğunu bilecektir. Üçüncüsü ise sûfînin Yüce Allah’ın isimlerinde fenâ bulduktan sonra zâtında da fenâ bulmasıdır. Bunun neticesinde sûfî gerçek vücûdu (varlığı) bulacaktır. Böylelikle Hakk Teâlâ’nın bekāsı sûfînin bekāsı ve Hakk Teâlâ’nın gınâsı sûfînin gınâsı olacaktır.


İstiğnâyı tasavvuf eğitiminin aşılması gereken bir vadisi olarak niteleyen Ferîdüddin Attar’a göre bu vadi çalışmanın ve çalışmamanın eşit olduğu, sûfînin gayret ve mücâhadesinin işe yaramadığı bir mertebeyi ifade etmektedir. Attar’a göre bu mertebenin öne çıkan özelliği niyazsızlıktır. Zira bu mertebede niyaz etmek ve bu vadide yol alıp ilerlemek mümkün değildir. Durmanın fayda vermeyeceği gibi ilerlemekte bu vadide olan kimseyi bu vadiden öteye taşımayacaktır. Bu vadide bulunan sûfî önce balı arzulayan daha sonra ise arzusuna ulaşarak bala düşen bir pervaneye benzemektedir. Çırpındıkça bal pervaneyi helak eden bir zehire dönüşmektedir. Attar’ın ifadesine göre bu vadide cennet ve cehennemin hükmü kalkmıştır. Bu vadiyi aşmak hiç de kolay değildir. Kişinin gönlü yüzlerce defa kan kesilse bile yine de bu vadide bir konağı aşamayacaktır. Olmuş ve olacak, iyi ve kötü bu vadide bütünüyle bir zerreden ibarettir. 


Bu vadide olan kişi âlemi ve bu âleme ait tüm işleri önce üzerine semboller ve resimler çizilen daha sonra da silinerek temizlenen bir levha olarak müşâhade kılmaktadır. Attar’ın bu ifadeleri tasavvuf eğitiminin ve manevî yolculuğun farklı yönlerini ortaya koymaktadır. Attar’a göre bu vâdiyi geçmek her ne kadar zor ve meşakkatli olsa da imkânsız değildir. Sûfînin yapması gereken bu vadiyi geçmesini mümkün kılacak bir yöntemi takip etmesidir. Attar’a göre bu yöntem kişinin bu vadide Yüce Allah’ın takdirine ve hükmüne razı olmasıdır. Sûfî canını bu yola saçarak gönlünü feda kılmalıdır. Bu ise sûfînin benliğinden ve sahip olduklarından kurtularak bütünüyle Hakk Teâlâ’da fenâ bulmasını ifade etmektedir. Yahyâ Şirvânî istiğnâ vadisinde sûfînin Yüce Allah’ı istiğnâ sıfatı ile müşâhade kılacağını belirtmektedir. Sûfî Hakk Teâlâ’nın el-Ganî isminin tecellisi ile istiğnâ sıfatı ile örtülecektir. Bu örtülme Hakk Teâlâ’nın rengine boyanma anlamını taşımaktadır. Bu vadide iken sûfî tüm âlemi, eşyâ ve çokluğu Hakk Teâlâ’nın nakşı olarak idrak edecektir. Bu mertebe maiyyeti ve ikiliği barındırmaktadır. Bu sebeple sûfî nakkaşı ve nakşı aynı anda müşâhade kılacaktır. Sûfî bu vadiden geçebilmek için vahdet denizine girmeli yani nefsini Hakk Teâlâ’nın isim ve sıfatlarında fenâ kılmalıdır. Böylelikle yaratılışın sırları yani yaratan ve yaratılan arasındaki ilişki sûfî tarafından idrak edilecektir. Bu ise gizli olanın bu mertebedeki sûfî için apaçık hale gelmesini ifade etmektedir.


Tasavvuf eğitimi açısından istiğnâ vadisinin mahiyeti Çelebi Halîfe tarafından daha açık şekilde ortaya konulmuştur. Çelebî Halîfe insanın küçük âlem oluşundan yola çıkarak büyük âlemde (tüm mevcûdâtta) bulunan unsurların insanda da bulunduğuna dikkat çekmiştir. Çelebî Halîfe’ye göre tasavvuf eğitiminin dördüncü merhalesi yani istiğnâ vâdisi insanî âlemde sidrey-i müntehâyı ifade etmektedir.(Sidre, nebk denilen yemişli bir ağaçtır. Sidre-i müntehâ yedinci semanın ötesinde bulunan bir mertebedir. Cennetü’l-me’vâ bunun yanındadır. Burası Cebrâil’in (as) makāmıdır. Halkın ilmi ve ameli en nihaye bu mertebeye ulaşır ve burada son bulur. Bu sebepten sidre-i müntehâ (son sidre) denilmiştir. İlim ve akıllar bunun altında olduğu için bu mertebe gölgesi bol ve bulunduğu alanı kaplayan sidr ağacına benzetilmiştir. Bkz. Seyyid Muhammed Usta, Aşkın Miracı, s. 305. ) Zira bu makam unsûrî cisimlerin nihayetini, beşerî ve kevnî sıfatların izmihlâlîni yani yok oluşunu ihtiva etmektedir. Sâlik bu mertebede fiiller ve sıfatlar tevhidine (tevhîd-i ef’âl ve’s-sıfât) ulaşır ve bunun tesiriyle “ene’l-hakk (ben Hakk’ım)” der. Bu söz sâlikin Allah ile olan beraberliğinin ve Hakk Teâlâ’ya ihsan ile yapmış olduğu kulluğun bir neticesidir. 


Nitekim “Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir (Hadîd 57/4)” âyeti ve “İhsan, görüyormuşçasına Allah’a kullukta bulunmandır” hadîs-i şerîfi sûfîler tarafından sâlikin bu mertebedeki haline işaret olarak yorumlanmıştır. Sâlik bu makamda elde ettiklerine bakmaz ve hatta bunlardan uzaklaşır. Zira bu vâdiden sâlik ancak tecerrüd ederek gölge varlığından (vücûd-ı zıllî) kurtulması nispetinde geçebilecektir. Kendi varlığından/nefsinden kurtulan sâlik Allahü Teâlâ’da gınâ bulur. Bununla birlikte sâlikin dikkat etmesi gereken hususiyetler de vardır. Bu hususiyetler sâlikin edebini terk etmeyerek müşâhade kıldığı hususlarda sükût etmesidir. “Allah’ı bilen lisanının tutar” hadîs-i şerîfi bu sükûtun gerekliliğine işaret etmektedir. “Onlar eşleri yahut ellerinin altında bulunan kimseler hariç ferçlerini korurlar. Zira bunlar hususunda kınanamazlar (Mü’minûn 23/5-6)” âyeti de sâlikin halini muhafaza ederek sükût etmesine, mürşidi ve rehberi dışındaki kimselere durumunu anlatmamasına işaret olarak yorumlanmıştır.


Kaynak: TASAVVUF EĞİTİMİNDE ETVÂR-I SEB’A METODU - Muhiddin USTA



Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

Daha yeni Daha eski

Öne Çıkanlar

Nefs