Kadiri Yolu

 

Sofi Ve Mutasavvıf

Sofi Ve Mutasavvıf 

Mutasavvıf: 

Sofi olmak ve o yüksek mertebeye erişmek için sıkıntı ve eziyet çeken, sofi oluncaya kadar gücünün yetemeyeceği kadar uğraşan kimsedir. Meşakkat ve sıkıntılara katlanır Sofilerin meslek ve yollarına girip, kabul görünce Mutasavvıf adını alır. Nitekim zırhını takana zırhlanmış, süslerini takana süslenmiş denir. Bunun gibi zühd ve vera’ sahibi olmak isteyene mütezahhid denir. Zühdünde olgunlaşır, nihayete erişirse, eşyanın onu, onun eşyayı terk etmesiyle zâhid adını alır. Bundan sonra eşya ona meyil gösterse de, o yüz dönmez, buğz da etmez. O hususta Allahü Teâlâ’nın emrine yapışır. Eşya hakkında Allahu Teâlâ’nın fiilini gözetmesinden ötürü kendisine mutasavvıf denir. Tamamen bu ma’na ile sıfatlanınca sofi denir. Sofi kelimesi saf etmek kelimesindendir. Allahü Teâlâ’nın temiz ve pâk eylediği saf ve hâlis kul demektir. Bunun için sofi, nefsin afetlerinden pâk ve sâf nefsin kötülüklerinden uzak olan, en güzel yolun yolcusu, kalbinde Allahü Teâlâ’dan başkasına yönelme olmadığı halde hakikatlerle uğraşan kimsedir denmiştir.

-*-

Bazıları, tasavvuf Hak ile sıdk ve halk ile iyi geçinmektir dediler. Mutasavvıf ile sofi arasındaki fark, birincisi ya’ni mutasavvıf başlangıçta, ikincisi yani sofi nihâyettedir. Mutasavvıf yüklenen, sofi ise yüklenilendir. Mutasavvıf, her ağır ve hafifi yüklenmiş ve o yolda nefsi eriyip arzuları gitmiş, irâdesi aradan kalkıp sâfi olduğunda kendisine sofi denir. Bu zaman kendisi Allahü Teâlâ’nın kudretinde kaderin mahmulu, kuddusun terbiye edicisi, ilim ve hikmetin menba’ı, felâhın yeri, evliya ve ebdallerin sığınağı rahat ve huzur kaynakları olur. Evliyânın boyunlarında inci gerdanlık, başlarında irfan tâcı olur Rabbinin nazargâhı olur. Mürid ve mutasavvıf, nefsi ve şeytanı ve Rabbinin halkı, dünya ve âhireti için meşakkat çeker. Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp. Allahü Teâlâ’dan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uyumağı terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgul olmaktan kalplerini tasfiye ederek safiyetle Hakka ibâdet eder ve şeytanına uymaz. Dünyâsını terkeder.

-**-

Ahiretini istemek için Rabbinin hükmüyle akranından ve diğer insanlardan çekilir ve ayrılır. Sonra Allahu Teâlâ’nın emri ile nefis ve arzuları için mücâhede eder. Yalnız Allahü Teâlâ’yı istemesinin çokluğundan, Allahu Teâlâ’nın âhirette velilerine hazırladığı şeylerden ayrılır. Bütün tutulmalar, vesileler ehil ve evlâd ondan kesilir. Altı yön kaldırıp kapılar açılır. Bu kapılar, insanların Rabbinin kazâsına rızâdır. Bu halde onun için olmuş ve olacak şeyleri bilen, gizli şeyleri organ ve âzâları kendisiyle hareket eylediği aletleri, kalplerde ve bitkilerde saklı olanları bilen Allahu Teâlâ’nın fiili işlenir. Sonra bildirilen mertebenin karşısında bir kapı açılır. Buna kurbet (yakınlık) kapısı denir. Buradan Melik-i Deyyan’a yaklaşır. Sonra bu kimse, unsiyyet meclisine çıkarılıp, orada tevhid kürsüsüne oturtulur. Perdeler kaldırılıp, ferdâniyyet sarayına girer.

Orada kendisine azamet ve celal gösterilir. Gözü azamet ve celale eriştiğinde, kendinden ve sıfatlarından hareket ve kuvvetinden ve iradesinden, dünya ve ahiretinden fani olarak varlığı ve benliği kalkar. Bu anda saf su ile dolu cam sürahi gibi olup, içindekiler dışından görülür. Bu durumda kaderden başka hâkimi yoktur. Emrin ve kaderin hükmünden başkasını yapmaz. Kendinden ve bütün lezzetlerinden fani olup, mevlâsı ve onun emri için vardır. Halveti isteyici değildir. Çünkü halvet mevcud içindir. O ise Kehf suresi 18. ayetinde: «Biz onları sağına ve soluna döndürürüz» buyurulduğu gibi işlerini kendi Rabbine ısmarlamış, yedirilmeyince yemiyen, giydirilmeyince giymeyen güçsüz kuvvetsiz bir çocuk gibidir. Ancak insanlar arasında bulunması işleri, amelleri görünüş ve gizli halleri sebebiyle insanlardan ayrılmış olmasından ötürü saf ve hâlis oldu anlamında, ona sofi denir.

-***-

İstersen onda âyândan (ileri gelenlerden) bir ayn, yahud ebdallerden bir ebdal dersin işte bu sofi, kendini ve ölüleri dirilten, evliyâsını, dostlarını nefis zulmetlerinden, tabiat istek, arzu ve sapıklık karanlıklarından zikir meydanına, ma’rifet ilim ve nûr yakınlığına ve sonra kendi nuruna çıkaran, kavuşturan, Rabbini tanır. Nitekim Allahu Teâlâ Nur suresi 35. ayetinde: «Göklerin ve yerin nûru (nun sahibi) Allahü Teâlâ’dır.» ve Bakara suresi, 257. âyetinde «Mü’minlerin din ve nusret bakımından en yakınları ve velileri Allahü Teâlâ’dır. Onları sapıklık karanlığından hidayet ışığına çıkarır» buyuruyor. 

Allahu Teâlâ bu veli kullarına, kulların kalbindeki gizli şeyleri bildirir. Çünkü Allahü Teâlâ onları kalplerin câsusu ve gizli şeylerin sahibi kılmıştır. Onları yalnız iken ve kalabalıkta düşmanlardan korudu. Onları saptıracak şeytan ve yollarından çıkaracak nefis de yoktur. Nitekim Allahu Teâlâ İsra sûresi 65. ayetinde şeytan için: «Benim Cennet için yaratılmış seçkin kullarıma sen musallat olamazsın)» buyuruyor. Onları dünya lezzetlerine çağıracak, şehvetlere düşürecek makamlarını alçaltacak ehl-i sünnet ve cemaatten çıkaracak, kötülükleri emreden nefsi emmare de yoktur.

Nitekim Allahü Teâlâ Yûsuf suresi 24. ayet-i kerimesinde: «Mısır azizinin haremini hıyanetten ve zinadan çevirmek için ona (Yusuf aleyhisselâma) sebât verdik. Zira o bizim halis, muhlis kullarımızdandır» buyuruyor. Onları Rabbim korudu. Onları Allahu Teâlâ dan başkasından kesilme yerlerinde sabırla, hareketlerinde sıdk ile vefaya muvaffak olmaklık şartından sonra mertebelerinde durdurarak vefaya uygun eyledi. Onlar farzları eda, emir ve hududu korumakla mertebelere kavuştular. Hatta onun üzerine sabit olup saflaştırıldılar. Ahlâkları, edepleri, temizlikleri, pâklıkları, cesaretleri güzel oldu. Korundular ve tezkiye oldular. Bu durumda onlar için vilâyetullah tamam oldu.

-****-

Yukarıdaki Bakara sûresi, 257. âyetinde bildirilen ve A’raf sûresi 192. âyetinde: «Allahu Teâlâ sâlih kullarını dost ve veli tutar» bildirildiği gibi, Allahü Teâlâ kendilerine evliyâlık verdi. Bulundukları mertebelerden Mâlik-i mülk mertebesine götürülüp, o yüksek makamda gizli sözler bulup, kalp ve sırları ile Hakla konuşurlar. O şekilde münâcât ederler. Onunla mâsivâdan (Allahü Teâlâ’dan başka her şey) yüz çevirirler. Bütün tutulma, bağlanma ve mâsivâyı nefslerinden ve her şeyden men ederler, nehyederler. Zira her şeyin Rabbi [büyüteni, yetiştireni, terbiye edeni] mevlâsı Mâlik-i Mülküdür. Bu esnada Mâlik-i mülk onları kendi kudretinde bulundurur. Onları akılları ile sağlamlaştırıp kendisinin eminlerinden kılar. Onlar Mâlik-i mülkün kudret ve muhafazasında rahat olup, yakınlık kokusunu getiren rüzgârı koklarlar.

Tevhid ve rahmette safâ içinde olurlar. Başka bir şeyle meşgul olmayıp, ancak yapılmasına izin verilen işleri işlerler. Kalp ile değil bedenle amel yapma vakitleri geldiğinde, şeytan ve nefisleri ve arzularının onlara zarar vermemesi, amellerinin şeytanın haz almasından, riyâ, nifak ve ucub gibi hallerden, karşılık için yapmaktan, herhangi bir şeye şirk koşmaktan ve belki de kavuştukları halleri Allahü Teâlâ’nın mücerred fadl ve kereminden ayrılmaması ve bozuk itikatlara sapmaması için, işledikleri ameli Allahü Teâlâ’nın koruması ve muhafazası ile işlerler. Bu emirleri yapıp, amelleri bittikten sonra, devamlı bulundukları mertebeye getirilip, orada oturtulur.

Bazen de, hakkın eminleri olduktan sonra diğer hallere geçirilirler. Onlardan her biri Yûsuf sûresi, 54. âyetinde: «Bugün sen bizim katımızda kıymet ve mertebe bakımından eminimizsin», bildirildiği gibi, hallerinde tek olarak muhatap olunurlar. O halde izne muhtac olmazlar. Zira onların işleri ve şanları kendilerine bırakılmış gibi olduğundan, onlar her nereye gitseler, nereye varsalar, yine hakkın kudret ve kabzasındadırlar. Bu beyânımızı kuvvetlendiren delil Peygamber efendimizin (ﷺ)Cebrail aleyhisselâmdan, onunda Allahü Teâlâ’dan hikâye ederek anlattığıdır. 

-*****-

Allahü Teâlâ: «Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır. Onu sevmeme kadar bu devam eder. Ben onu sevince kulağı, gözü, dili, ayağı ve kalbi ben olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar, benimle yürür, benimle düşünür» buyuruyor. Kitabımızda birkaç yerde bunu bildirdik. Bu makamda asıl ve esastır. Bu durumda o kulun kalbi, Rabbinin muhabbetiyle, ilim ve ma’rifet nûru ile dolu, kalbinde Allahü Teâlâ’nın muhabbetiyle, ilim ve ma’rifet nûrundan başkasına yer kalmaz. Şu hadis-i şerifte duymadın mı ki, Resûlüllah (ﷺ): «Bir kimse bütün kalbiyle Allahü Teâlâ’yı seven bir kimseye bakmak isterse, Ebû Huzeyfe’nin (radıyallahu anh) azadlısı Sâlime baksın ki, onun bedeni Allahu Teâlâ’nın fiili ile hareket ediyor. Kalbi ise Allahü Teâlâ ile doludur» buyurdu. 

Musa aleyhisselâm, yâ Rabbi, seni nerede arayayım diye münâcât ettiğinde, Allahu Teâlâ, ya Musa, hangi bina beni kapsar, hangi yer beni kendinde taşır. Nerede olduğumu bilmek istersen, senin masivayı terk eden ve bütün mahlukattan ayrılmış afif kalbindeyim buyurdu. Uğraşarak, çalışarak mâsivayi [Allahü Teâlâ’dan gayri her şeyi] terk edene târik [terk edici] denir. Halbuki onda masivadan eser vardır. Bundan sonra ona Allahü Teâlâ ihsân eder de, o kimse: «Ölümden evvelki ölümle ölünüz» kelamı gereğince, manevi ölüm ile, mâsivaya veda eder. Sonra iffetlenir ve mevlâsından başka hiçbir şey’e yüz dönmez.

 

Soru : Allahu Teâlâ’nın bu kimseye ihsânı niçindir?

Cevap: Allahü Teâlâ o kulu, devamlı huzurunda olmak ve orada gerekli ameli yapmak şartıyla, mertebesine getirmiştir. Kul o şartı yerine getirip, ondan gayri hareket ve amel istemeyince, onu muhafaza edip ondan ileri geçmeyince, Allahü Teâlâ o kulu o mertebeden Ceberuta geçirir. Kul da orada kendine cebr eder. Sonra Ceberut sultanı ile nefsine kahredip, nefsi huşu’ edici ve zelil olur. Allahü Teâlâ onu nefsinde, bedenin ve şehvetlerin esasını teşkil eden guddeleri temizlemek ve eritmek için Ceberut mülkünden sultan mülküne geçirir. Oradan da Celâl mülküne iletip, te’dib eder. Oradan da azamet mülküne [makamına) iletip, orada da onu temizler. Sonra bekâ mülküne ulaştırır, orada da temizler.

Sonra Behcet mülküne iletir, orada vüs’at bağışlar. Heybet mülküne geçirip, orada onu terbiye eder, sonra Rahmet mülküne iletir, orada ona kuvvet ve yiğitlik verir. Ferdiyyet mülküne iletip. orada onu ferd yapar. Bu halde Hakkın lütfu onu besler. Re’fet ve şefkati onu kuşatır. Muhabbet kuvvetli, arzu ve şevki de onu yakınlaştırır. İrâdesi onu kendine eriştirir. Vücud ve Aziz onu değiştirip, kendisi ona yakin olur. Sonra onu kendisine yaklaştırır. Sonra mehil verir. Sonra te’dib eder. Sonra ona sırrını açar. Sonra ihsanıyla onu geniş, sonra yine dar yapar. Bu durumda o kimse, nereye giderse, nerede ve ne halde bulunursa, Rabbine yakındır, Rabbinin kabzasındadır. Sırları ve Rabbinden halka ulaştıracağı şeylerde Hakkin emin kullarından bir emindir. 

-***-***-

Kul bu makama kavuşunca, sıfatları, sözü ve ibâreleri kesilir, durur. Bu makam akıl ve kalplerin nihâyeti, evliya hallerinin sonu, yükselebileceği derece ve makamların en yükseğidir. Bunun ötesindeki derece ve mertebeler peygamberlere (aleyhimüsselam) mahsusturlar. Zira evliyanın mertebelerinin sonu, peygamberlerin (salâvâtullahi ve tehayyâtühü ve re’fetühü ve rahmetühü aleyhim ecmain) mertebelerinin başlangıcıdır.

Peygamberlik ile evliyâlık arasındaki fark şöyledir: Peygamberlik Allahü Teâlâ’dan melek vasıtasıyla ulaştırılan vahiyledir. O melek ile, o vahyin kabulünü o peygambere emreder. Peygamber de onu kabul eder. Bu kelam ve Vahyin tasdiki lazımdır. İnkar eden kafirdir. Zira Allahu Teala’nın kelamını kabul etmemek ve inkar etmek demektir. Evliyalık ise Allahu Teala’nın hadis ve haberine kendisini veli kıldığı ve ilham yoluyla hadisini kendisine ulaştırdığı kimse içindir ki, o hadis ve haber velinindir. Kısaca kelam Peygamber, Hadis (ilham) evliya içindir. Kelamı (yani vahyi) reddeden kafir olur. İlhamı kabul etmeyen kafir olmaz. Zarar ve ziyanda olur. Vebale girer. Kalbi derecesinden düşer.


Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

Daha yeni Daha eski

Öne Çıkanlar

Nefs