SAVRULAN BEDENLER
Kaybolan Ruhlar
Modern dünyanın bireyi hızla saran karmaşası, insanın kendi ruhunu kaybetme tehlikesini beraberinde getirmektedir. Bazı kaynak metinler, bu kaybı çağın bütününe yayılmış derin bir bunalım olarak ele alır; zira yaşam, kişiyi sürekli meşgul ederek “kendini kaybetsin” diye tasarlanmıştır. Bu manevi kayboluşa çare bulmak, tasavvufi bir derinlikle, yani kalbin gerçek merkezine yönelmekle mümkündür.
Ruhun merkezi, tevhid inancının sağlamlığına bağlıdır. İnsan, hareket eden bir varlıktır ve her hareketin mutlaka bir amacı (maksûd) vardır. Tasavvufi düşüncenin kadim bilgeliğiyle ifade edildiği gibi: “Kişinin maksûdu ne ise mâbûdu odur.” Bu bağlamda, para, makam, şöhret, kişisel ilişkiler ya da kişisel rahatlık gibi dünyevi amaçlar birer tanrı haline gelebilir. Bu durum, Meryem Sûresi’nden bir ayetle desteklenir: “Onlar kendilerine itibar vesilesi olsun diye Allah'tan başka ilahlar edindiler.” Böylece tevhid inancı zedelenir ve ruh parçalanır. Oysa mutlak ve şaşmaz tek bir ölçü vardır: “Benim merkezim Allah’tır. Allah’ı merkez edinmeyenlerin ölçüsü bozuktur.” Kişinin amaçlarının çoğalması, şirkin yolunu açar; oysa Allah'ın affetmeyeceği iki büyük suç, şirk ve kul hakkıdır.
Bu manevi huzursuzluk karşısında, kurtuluş yolu kalpten geçer. Kaynaklarda, zihnin (beyin) işlerinin “kıvrımı çoktur, yolları karışıktır” diye nitelenmesine karşın, “Vücutta bir et parçası vardır ki, bu kalp denen nesne Allah'a bağlanırsa tüm vücut sıhhat bulur” tespiti yapılır. Gönül ancak doğru istikameti bulduğunda sükûnete erer. Bu hakikat, Kur’an’daki şu meşhur ayetle temellendirilir: “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” Kişi, kalbin istikametini korumak için sık sık şu duayı yapmalıdır: “Ey kalpleri halden hâle çeviren Allah! Benim kalbimi dininden ayırma. Yâ Mukallibe’l-Kulûb! Sebbit kalbî alâ dînik.”
Ruhun arınma yolculuğunda, samimiyet (içtenlik) ve teslimiyet esastır. Kayıp ruhun en büyük göstergelerinden biri olan riya ve sahtekârlığa karşı, Peygamber Efendimiz (a.s.) şöyle buyurur: “Bizi aldatan bizden değildir.” Başka bir hadis-i şerif'te efendimiz şöyle buyurarak Rabbimizin insanın zayıflığını ve günaha eğilimini hatırlatıp, af kapısını açık tutar: “Günah işlemeyen bir kavim olsaydınız, sizi yok eder, yerinize günah işleyip af dileyen bir kavim yaratırdım.” Önemli olan, teslimiyetle kadere rıza göstermektir. Zira, “Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.” Başımıza gelenler bize şer gibi görünse de, hayır olabilir. Hızır ve Musa kıssasında olduğu gibi, dışarıdan kötü görünen olayların ardında da ilahi bir hikmet yatar.
Ruhun çirkeflikten kurtulması ise bir manevi hicret gerektirir. Modern düzenin ahlaki yozlaşması karşısında pasif kalmak, acizliği sabır zannetmektir. Peygamberin emri, kötülüğü el ile ve dil ile düzeltmeyi şart koşar. Bu tür bir kirlilikten kaçınma arzusu, bireyi hicrete iter. Ancak bu hicret, yalnızca fiziki bir göç değildir; kaynaklar, “Modernizmden, yani şu çirkef düzenden İslam’a yönelmek” gibi manevi bir göçün de hicret olduğunu belirtir. Eğer fiziki göç mümkün değilse, Kur’an-ı Kerim yeryüzünün genişliğine dikkat çekerek sorar: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!”
Ruhun nihai teslimiyeti ise ölüm gerçeğini kavramakla mümkündür. Kur’an, bu gerçeği kesin bir dille bildirir: “Her nefis ölümü tadacaktır.” Ancak ölümü anlamsız bir son olmaktan çıkaran, diriliş inancıdır. Bu hayatın imtihan olduğunu bilerek yaşamak gerekir; zira Hadis-i Şerif uyarır: “Yaşadığınız hâl üzere ölürsünüz, öldüğünüz hâl üzere diriltilirsiniz.”
Kayıp ruhun aranışı, dış dünyadaki gürültüden uzaklaşarak, kalbin tevhid merkezine sığınmakla ve hayatı ilahi hikmet çerçevesinde idrak etmekle tamamlanır.
|Furkan Zelyurt

Yorum Gönder
İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...