Kadiri Yolu

Seyr fillah

Seyr fillah 


Tasavvuf eğitiminin beşinci merhalesindeki sûfînin seyrine “seyr fillah” ismi verilmiştir. Seyr fillah sûfînin Allah’ta fenâ kılma (fenâ fillah) halini tahsil etmesi anlamına gelmektedir. Bulunduğu mertebe itibariyle sûfî fiillerini ve sıfatlarını Hakk Teâlâ’da fenâ kılmaktadır. Zâtın fenâsı (fenây-ı zât) ise henüz bu mertebede gerçekleşmemiştir. 


Soyfa Bali efendi; Seyr fillah, Allah'ta seyir anlamına gelir Salikin ikilik, isimler, sıfatlar ve birliktelik gibi durumlardan kurtularak sırf ilahi zatın tecellilerine tecelligâh olmasıdır. Bu seyrin sonu yoktur. Çünkü Allahu Teala'nın nihayeti yoktur.


Etvâr-ı Seb’a müellifleri tüm seyir mertebelerinden maksadın sûfînin Allah’ta fenâ kılma (seyr fillah) ve Allah ile bekā bulma (seyr billah) halini tahsil etmek olduğunu ifade etmişlerdir. 


Müelliflerden Çelebî Halîfe bu cihetten bu iki seyir mertebesini en yüce gaye anlamında “maksûd-ı aksâ” olarak nitelendirmiştir. Bu seyir mertebelerinin ilki olan ve tasavvuf eğitiminin bu merhalesinde yani seyr fillahta tahsil edilen ilk fenâ öncelik sûfînin fiillerinde, sıfatlarında ve daha sonra ise bir üst mertebede zâtında fenâ kılmasını gerektirmektedir. “Onun yüzü dışında her şey helak halindedir (Kasas 28/88)” âyeti sûfîler tarafından böyle bir manaya işaret olarak yorumlanmıştır. 


Sûfîler tarafından bu durum fenânın tam hâli anlamında fenây-ı tâmme olarak da isimlendirilmiştir. Muvahhid ancak bu iki seyir mertebesini geçmek ile tevhidinde kemale ermektedir. Bu sûfînin izâfî varlık olarak nitelendirilen kendi varlığının (vücudunun) şuurundan kurtularak Hakk Teâlâ’yı tevhid etmesi başka bir ifade ile gerçek varlığın (vücûdun) kendi kendini tevhid etmesi anlamına gelmektedir. “Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şâhitlik etmektedir (Âl-i İmrân 3/18)” âyeti de sûfîler tarafından bu manada anlaşılmıştır. 


Bazı sûfîlerin şatahat bağlamında söyledikleri “cübbemde Allah’tan başkası yoktur” ve “Allah’ı ancak Allah tevhid eder” sözleri sûfîlerin bu seyir mertebesinde ulaştıkları böyle bir fenâ halini ifade etmektedir. Bu mertebenin ahlaki vasıflarından olan ihlas sıfatı da sûfîler tarafından sûfînin kendi sıfatlarından sıyrılarak bunları Allah’a hâlis kılması yani Allah’a izâfe etmesi anlamına gelmektedir. Hazret-i Ali’ye (kv) nispet edilen “kemâl-i ihlas nefyi’s-sıfattır” yani “ihlasın kemâli sıfatları nefyetmektir” sözü bu manayı ihtiva etmektedir.


Seyr fillah aynı zamanda sûfînin daima Yüce Allah’ı mülahaza etmesi anlamına da gelmektedir. Bu mülâhazanın mahiyeti sûfînin Hakk’ın sıfatlarından gâfil olmamasıdır. Buna göre sûfî yokluktan varlığa getirenin (ihyâ) ve varlıktan yokluğa götürenin (emâte / öldürme) sadece Yüce Allah olduğunun daima şuuru içerisinde bulunmalıdır.


Çelebî Halîfe seyr fillah mertebesini sûfînin zâtî tevhidi tahsil etmesi olarak tarif etmiştir. Ona göre zâtî tevhid varlıkta eşyanın son bulması ve varlıkta Allah’tan başka ilahın olmamasıdır. Tasavvuf eğitimi açısından ise bu sûfînin Hakk’ın vücudunda fenâ kılması ile Hakk’ın vücuduyla mevcut olması yani onunla bâkì olması ve hayat bulması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda “İş ve oluşların sonu Allah’a varır (Lokmân 31/22)”, “Bütün işler hep Allah’a döndürülür (Hûd 11/123)”, “Ondan başka ilah yoktur, varış onadır (Mü’min 40/3)” âyetleri müellif tarafından tüm varlığın yani eşyanın Hakk Teâlâ’nın varlığında fenâ bulması olarak yorumlanmıştır. “Mü’minler ölmez belki bir yurttan başka bir yurda intikal eder” hadîs-i şerifi de sûfînin kendisine ait izâfî varlıktan kurtularak Hakk Teâlâ’nın varlığıyla var olması anlamına gelmektedir. 


Yine bu manada müellif tarafından şöyle bir hadîs-i şerif nakledilmektedir: “Ey Âdemoğlu seni mislim kıldım, ben diriyim ve asla ölmem, seni de ölümü olmayan bir yaşayışta kılacağım.” 


Sûfînin seyr fillah mertebesinde zâtın fenâsını tahsil etmeyi hedeflemesi gerektiği ifade edilmiştir. Bu husus Hakk Teâlâ’nın fiillerinin eseri hüviyetindeki eşyanın Hakk’ın fiillerinde, Hakk’ın fiillerinin Onun sıfatlarında, Onun sıfatlarının ise Hakk’ın zâtında kaybolması, bir diğer ifade ile özdeş olması anlamına gelmektedir. Mutlak vücûdun taayyünü açısından Hakk’ın zâtı anlamına gelen ve sûfîler tarafından mertebe-i ahadiyet olarak isimlendirilen vücûd (Allah) tüm mevcûdâtın ilki ve sonu olarak nitelendirilmiştir. “O ilktir ve sondur (Hadîd 57/3)” âyeti bu hususa işaret etmektedir. 


Çelebî Halîfe bu durumu “elif” harfinin diğer harflere nispetini örnek göstererek açıklamaktadır. Çelebî Halîfe’ye göre tüm harfler ses kazanmak için elif harfine ihtiyaç gösterir. Bunun gibi tüm mevcûdât da zuhûra gelmek için Hakk Teâlâ’nın varlığına muhtaç olmaktadır. Bu durum tasavvuf eğitimi açısından sûfînin Allah’tan başkasından fenâ kılması ve mertebe-i ahadiyette büsbütün yok olması (istihlakı) şeklinde nitelendirilmiş ve sûfîler tarafından “kâb-ı kavseyn” ve “cemu’l-cem” olarak isimlendirilmiştir. 


Tasavvuf eğitimi açısından seyr fillah mertebesi sûfînin zâtî açıdan Hakk Teâlâ’nın şuhûdunda bulunması ve onun zâtî tecellileri ile mütecellî olması anlamına gelmektedir. Bu durum tasavvuf eğitiminin bir önceki mertebesinde Hakk’ın maiyyeti (birliktelik) mertebesinde bulunan sûfînin bunun getirdiği ikilikten ve zâtî tecellilerin çokluğundan kurtulması olarak nitelendirilmiştir. Sûfîler tarafından zâtî tecellî kavramı varlık verme anlamında kullanılmıştır. Bu manada eşyayı yoklundan zuhûra getiren şey Hakk Teâlâ’nın varlık tecellileri bir diğer ifade ile varlığı (vücûdu) olmaktadır. Zuhura gelen herşey Hakk’ın bir varlık tecellisi olduğuna göre tasavvuf eğitimi açısından bu mertebe çokluğun (kesret) birlikten (vahdetten) meydana gelişinin sûfî tarafından idrak edilmesi olarak değerlendirilmektedir. Burada sûfî tecellinin çoğalmasına karşın zâtın bir olduğunun idraki içerisindedir. Sûfîler tarafından bu durum tek bir simanın birçok aynada görülmesi şeklinde ifade edilmiştir.


Yahyâ Şirvânî (ö.869/1464) “yüz ayna ve tek bir sima olsa, yansıma sebebiyle sana yüz sima görülür” diyerek bu hususu dile getirmektedir. 


Etvâr-ı Seb’a müelliflerine göre seyr fillah mertebesinde sûfînin tahsil edeceği en önemli hakikat “İnsan benim sırrım ben de insanın sırrıyım” hadîs-i şerifindeki manayı idrak etmesi olacaktır. Bu mana bu mertebedeki sûfînin varlığı açısından vahdet ve kesret arasındaki ilişkiyi bilmesidir. Bu ilişki seyr fillah neticesi vahdet denizine giren sûfînin tüm mahlukâtı bu denizin dalgaları olarak müşâhade etmesidir. Bu durum sûfînin “O, her an yeni bir iş ve oluştadır (Rahmân 55/29)” âyetinin sûfîler tarafından yorumlanan manası üzere tüm mevcûdâtın hüviyet-i ilahiyenin bir şe’ni (işi) olduğunu ve her zaman ve anda varlıktan yokluğa ve yokluktan varlığa doğru bir devinim içinde bulunduğunun marifetini tahsil etmesi anlamına gelmektedir.


Kaynak: TASAVVUF EĞİTİMİNDE ETVÂR-I SEB’A METODU - Muhiddin USTA


Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

Daha yeni Daha eski

Öne Çıkanlar

Nefs