Et-Tevbe Sûresi 107-118. Ayetlerin Tefsiri
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم
ﷺ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla hamd yalnız Allah’ındır. Salat ve Selam ise Allah’ın Resulüne onun aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen duaları işitensin herşeyi bilensin.
107- “Zarar vermek, küfür etmek, müminlerin arasını açmak ve daha evvel Allah'a ve peygamberine karşı savaşan kişiye beklemek ve gözetmek yeri olmak üzere bir mescit edinenler; “Biz iyilikten başka birşey istemedik” diye yemin ederler. Allah şehadet eder ki, onlar hiç şüphesiz yalancıdırlar.”
Peygamberin mescidine zarar vermek, orada toplanarak planlar yaparak müminlerin arasını açmak, Allah'ın peygamberine, daha önce Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'a karşı savaşan Ebu Amir er-Rabih’a gözetleme yeri hazırlamak için özel bir mescit yapanlar: “Biz bunu yapmakla ancak iyilikte bulunmak ve müslümanların sıkıntılarını gidermek istiyorduk.” diye yemin ederler. Onlar bu yeminlerinde yalancıdırlar. Allah daha şahittir ki bunlar yalancıdırlar.
Mescidi Dirar'a ait ayetlerin (107-108-109) nüzül sebebi hakkında rivayetler:
Şanı yüce Allah'ın: "Zarar vermek, küfretmek mü'minlerin arasını açmak, bir mescid edinenler..." (ayet 107) buyruğunda sözü geçen Mescid-i Dırar’a ait âyetlerin nüzül sebebi ile ilgili olarak İbn Kesir şunları söylemektedir:
Bu âyet-i kerimelerin nüzül sebebi şudur: Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'ın Medine'ye gelişinden önce Hazreclilerden Ebû Amir er-Rahib adında bir adam vardı.
Cahiliyye döneminde bu kişi hristiyanlık dinine girmiş, kitap ehlinin bilgilerini okumuştu. Cahiliye döneminde İbadete düşkünlüğü de vardı. Hazrec'deki şerefi büyüktü.
Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) Medine'ye muhacir olarak gelip müslümanlar etrafında toplanıp İslâmın kelimesi yükselerek, Allah Bedir'de onları muzaffer kılınca, mel'un Ebû Amir açıktan düşmanlığını ortaya koydu, İslâma savaş açtı. Medine'den kaçarak Mekke'deki Kureyş müşriklerinin yanına gitti, onları Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'a karşı savaşmaya teşvik etti. Kureyşliler de çevrelerindeki Arap kabilelerinden kendilerine muvafakat edenlerle birlikte toparlandılar ve Uhud yılı Uhud'a doğru gittiler. Müslümanların başlarına gelen geldi, Azîz ve Celîl olan Allah onları mihnete düşürdü. Nihayet âkibet, takva sahiplerinin oldu. Bu fâsık ise her iki takım arasında birtakım çukurlar kazmıştı. Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) da bu çukurlardan birisine düşmüş ve o gün yüzü yaralanmış, alt sağ küçük azı dişi kırılmış, mübarek başı yaralanmıştı.
Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun. Teke tek çarpışmaların başlangıcında Ebû Amir, Ensar'dan olan kavmine giderek onlarla konuştu ve kendisine yardımcı olmaları ve muvafakat etmeleri için çekmeye çalıştı. Ensâr onun ne demek istediğini anlayınca ona: Allah sana rahat yüzü göstermesin ey fasık, ey Allah'ın düşmanı, dediler ona hakaret ve küfür yağdırdılar. Kendisi ise: "Allah'a yemin ederim, benden sonra benim kavmim aklını kaçırdı" diyerek geri döndü. Medine'den kaçışından önce onu Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) İslâm'a davet etmiş, Kur'ân-ı Kerim okumuştu. Ancak kendisi buna yanaşmamış, karşı çıkmıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) da ona uzak ve sürgünde ölmesi için bedduada bulundu ve gerçekten de Rasûlullah'ın bu bedduâsı kabul edildi.
Uhud savaşı bittikten ve Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'ın şanının yükselmekte ve üstün gelmekte olduğunu gördükten sonra Bizans Kralı Heraklieus'un yanına varıp ondan Peygamber(صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'e karşı kendisini desteklemesini istedi. Bizans kralı da ona parlak vaatlerde bulundu, o da onların yanında kalarak, Ensar arasında olan kavminden münâfik ve şüpheci bir gruba mektuplar yazarak Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) ile savaşmak üzere bir ordu ile geleceğini onun mağlup edeceğini ve onu gerisin geriye çekinmek zorunda bırakılacağını yazdı ayrıca bunlara yanından gelip mektuplarına getirecek kimselerin kalacağı bir sığınak edinmelerini emretti aynı zamanda burası daha sonra kendisi onların yanına geleceği vakit bir gözetleme yeri olacaktı.
Bunun üzerine kuba’da bir Mescid yaptılar. Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) Tebük’e çıkışından önce işlerini bitirdiler ve Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)’in yanına gelerek bu mescitlerin de namaz kılmalarını rica ettiler. maksatları ise onun namaz kılmasını, mescitlerinin kabul ve yerinin daha bir sağlamlaşmasını sağlamak için idi. aynı şekilde onlar da bu mescitlerini aralarındaki zayıflar güçsüzler ve soğuk kış günlerinde gelemeyecek hastalar için inşa ettiklerini söylediler. Ancak şanı yüce Allah, Hz Peygamber(صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'i orada namaz kılmaktan korudu ve Hz Peygamber onlara şu cevabı verdi: “Şu anda bizler sefere çıkmak üzere hazırlanıyoruz; ancak dönersek Allah'ın izniyle.” dedi Efendimiz tebükten Medine'ye geri dönüp de Medine'ye varışına bir gün veya bir günün bir kısmı henüz kalmış iken Cebrail Aleyhisselam gelerek ona mescid-i darar'ın durumunu, onu yapanların gizledikleri küfür ve mümin cemaati, ilk gününden beri takva üzere kurulmuş bulunan mescitlerinden yani Kuba mescidinden ayırıp dağıtmak istediklerini bildirdi. Bunun üzerine Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) Medine'ye vardıktan sonra bu mescidi yıkacak kimseler gönderdi.
Nitekim Ali bin Ebi Talha'nın bu ayet ile ilgili olarak İbn Abbas’tan yaptığı rivayet şöyledir: Onlar bir mescid yapmış bunlar Ensara mensup bazı kimseler idi. Ebu Amir el Rabih onlara şöyle demişti: Bir mescid yapınız ve gücünüz yettiğince orada kuvvet ve silah hazırlayınız. Şimdi ben Bizans Kralı Kayseri'nin yanına gidiyorum, Bizans’tan asker getireceğim. Muhammed'i ve ashabını çıkartacağım. Onlar mescidlerini yapıp bitirince Muhammed(صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)’in yanına gelip şöyle dediler: Mescidimizin inşasını bitirmiş bulunuyoruz. Senin gelip orada namaz kılmanı ve bize bereket ile dua etmeni arzuluyoruz. Bunun üzerine şanı Yüce Allah: “Orada asla namaza durma.” buyruğunu “Allah zalimler güruhunu hidayete erdirmez.” buyruğunu indirdi.
Mescidi Dırarın yıkılışı ve yakılması emri:
Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)’in tebükten döndü ve Zü Evan denilen bir yerde konakladı mescid-i Dırar'ı yapanlar da kendisini Tebük’e gitmek üzere hazırlanmakta iken yanına gelip şöyle demişlerdi:
- Ey Allah'ın resulü! Biz hasta muhtaç kimseler, yağmurlu ve kış günlerinde namaz kılmaları için bir Mescid inşa ettik. Bize gelip orada namaz kılmanızı istiyoruz. Hz Peygamber(صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'in cevabı şu olmuştu: “Bizler Şimdi yola çıkmak üzereyiz meşgul durumdayız” veya Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) onlara şöyle dedi: “Geri dönerek Allah'ın izniyle sizin yanınıza gelir ve sizin için orada namaz kılarız.” Ancak Zu Evan denilen yerde konaklayınca mescidin gerçek durumunun haberi ona geldi. Cebrail Aleyhisselam tarafından mescidin haberi Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'e gelince Salim b. Avf oğullarından olan Malik ed-Duhşum’u Beni el-Aclanlı Ma’n b. Adiyy’i veya onun kardeşi Amir b. Adiyy’i çağırıp şöyle dedi: “Şu zulüm için yapılmış mescide gidiniz, onu yıkınız ve yakınız.” Onlar da çarçabuk yola koyuldular Malik b. ed-Duhşum’un kabilesi olan Salim Avf oğullarına geldiler. Malik Man’a şöyle dedi: Ben ailemin yanından ateş alıp yanına gelinceye kadar bana mühlet ver. Evine girdi ve kurumuş hurma yaprak ve dalları alıp geldi. Bunları ateşledikten sonra hızlıca yürüdüler ve içinde cemaatin bulunduğu halde mescide girdiler. Ateşe verdiler, yaktılar, yıktılar ve oradan uzaklaştılar. onların hakkında kur'an-ı Kerim'in; “Zarar vermek, küfür etmek, müminlerin arasını açmak…” Buyurun daha itibaren kıssanın sonuna kadar olan ayetler nazil oldu.
Mescidi yapan 12 kişiydi bu kıssadan şunu anlamaktayız. Müslümanların güvenliğini ve birliğini karıştıran her şeyin kökünü kazımakta tereddüt edilmemelidir. Bize düşen küfür ve nifak ehlinin planlarını paramparça etmek için gözü açık uyanık olmak ve tedbir almaktır ve elimizi de çabuk tutmak gerekir.
108- “Orada asla namaza durma. İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid, içinde namaza durman daha uygundur. Orada tam temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever.”
O (Dırar mescidinde) mescitte onlara namaz kıldırma, inşa edildiği ilk günden itibaren takva üzerine kurulmuş olan mescid içinde namaza durman senin için daha uygundur. Orası takva üzerine temeli atılmış ve kurulmuş olan bu mescitte tevbe ederek bütün manevi pisliklerden kurtulmak isteyen adamlar vardır. Onlar taharet ederek temizlemeyi severler ve bu şekilde temizlenmeye tutkundurlar. Allah temizlenmek isteyenleri sever ve onlardan razı olur, onlara iyilikle karşılık verir.
Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) şöyle buyurmuştur: “Kuba mescidinde bir namaz umre gibidir.” yine sahih hadiste Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)’in Kuba mescidini binek üzerinde veya yaya yürüyerek ziyaret ettiği belirtilmiştir. sahih hadiste belirtildiğine göre Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) Amr b. Avf oğullarının yerine gelip orada konakladığı ilk sıralarda, bu Mescidi tesis edip bina edince Kıble yönünü ona tayin eden Cebrail Aleyhisselam olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Kuba mescidinin farklı faziletleri olmasına rağmen Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) efendimizin mescidi Kuba mescidinden daha üstün ve faziletlidir.
Kamil manada bir taharet yapmanın ibadeti yerine getirmeyi kolaylaştıracağını ve aynı şekilde onu tamamlamaya eksiksiz yapmaya ibadet ile ilgili meşru bütün şeyleri gereğince yerine getirmeye delalet edecek haberlerde mevcuttur İmam Ahmet Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)’in ashbabından birinden şu şekilde rivayet etmektedir: Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) bir seferinde onlara sabah namazını kıldırdı ve Er-Rum suresini okudu. kıraat de şaşırdı, namazını bitirince şöyle dedi: “Aranızda bizimle birlikte namaz kılanlardan kimisi güzelce abdest almıyorlar. Bizimle birlikte namaz kılan kimseler güzelce abdest alsınlar.”
109- “Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimseye mi daha hayırlıdır; yoksa binasını dipten çürümüş, yıkılmaya yüz tutmuş bir yar kenarına kurup da onunla birlikte kendisine de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah Zalimler ruhunu hidayete erdirmez.”
Ey insanlar, iki türlü mescid yapan insanlardan hangileri daha hayırlıdır? dinini sapasa alan bir temel olan Allah'tan korkmak ve onun rızası üzerine temellendirip yükselten kişi mi hayırlıdır yoksa binasını dipten çürük gibi suyun zorlaması ile kazınan ve sellerin alıp sürükleyeceği sonunda da alabildiğine güçsüzleşen bir hale gelen yıkanmak üzere olan bir yar kenarına kurulunda onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır. Tabii ki kendi binasını sapasağlam bir temel olan Allah'ın Takva ve rızası üzerine kuran kimse daha hayırlıdır. Yoksa temellerini en zayıf olan çürük ve birbirini az kenetlenmiş dipte temelleri tutmayan ve dipten çürümeye başlamış olan yıkılmaya yüz tutmuş bir uçurum kenarında bulunan kimsenin binası mı daha sağlamdır.
110- “Kurdukları bina -kalpleri parçalanıncaya kadar- kalplerinde kuşku kaynağı olmakta devam edecektir. Allah Alim’dir, Hakim’dir.”
Onların yaptıkları bu Dırar mescidinin yıkılması kalplerinde zaten var olan şüphe ve nifaklarından ayrı bir başka şüphe ve nifakın sebebidir. Çünkü bu durum onları alabildiğine kızdırmış ve kendileri için büyük bir hadise olmuştur. Onların bu durumdan kurtulabilmeleri ancak kalplerinin paramparça olmasına bağlıdır. Kalpleri sağlam kaldığı sürece bu şüphe kalplerinde yer etmiş olarak kalmaya devam edecektir. Allah (C.C.) Onların ne yapmak istediklerini kararlarını çok iyi bilen alimdir. Suçlarını cezalandırmakta sonsuz hikmetli hakimdir.
111- “Muhakkak ki Allah müminlerin mallarını ve canlarını onlara cenneti vermek karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da kendi üzerine hak bir va’d’dir. Kim Allah'tan daha çok ahdini yerine getirebilir ki? Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin! En büyük kurtuluş işte budur.”
Müminler Allah yolunda canlarını ve mallarını harcamaları karşılığında Allah'ın onlara ecir olarak cenneti vermesini, alışverişe benzetmiştir. Bu alışveriş bedellerinin teslim yerini göstermektedir. Bu yerler savaş alanlarıdır. Kimi zaman kendileri düşmanı öldürürler, kimi zaman da düşman kendilerini öldürür. Allah onlara bunu sapasağlam bir söz olarak vermiş ve vadetmiştir. Allah kendi yolunda cihad edenlere vermiş olduğu bu sözü aynı şekilde Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an-ı Kerim'de kaydetmiş olduğunu beyan etmektedir. Bu da şuna delil: Her bir ümmete savaşmak emri verilmiştir ve savaş dolayısıyla onlara vaatlerde bulunmuştur.
Allah'tan daha çok ahdini yerine getirebilecek kimse yoktur. Çünkü verilen sözde durmamak elbette çirkin bir durumdur. Biz insanlardan şerefli bir kimse dahi verdiği sözü bozmaya kalkışmaz. Nasıl olur, Kerimler ve Kerim'i yüce Allah sözünden cayar? Cihad konusunda bundan daha büyük bir teşvik olabilir mi? Nerede bu alışverişte bulunacak olanlar?
Öyleyse bu alışverişe sevinebildiğiniz kadar sevinin. Çünkü sizler fani olanı veriyor, baki olanı alıyorsunuz. İşte en büyük kurtuluş budur. Cennetten daha büyük bir kar olabilir mi ki, ancak böyle bir alışverişte bulunacak olanlar kâr’dadır.
Şanı yüce Allah: "Muhakkak ki Allah mü'minlerin canları ve mallarını onlara cenneti vermek karşılığında satın almıştır..." (âyet 111) buyruğunun nüzûl sebebi ile ilgili olarak İbn Kesir, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî ile başkalarından rivâyetle şunları zikretmektedir:
Abdullah b. Revâha Akabe Biatinin yapıldığı gece Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'a şöyle dedi: Rabbin için ve kendi adına dilediğin şartı koş! Peygamber (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) şöyle buyurdu:
"-Rabbim için koştuğum şart şudur: Ona ibadet edeceksiniz ve O'na hiçbir şeyi şirk koşmayacaksınız. Kendim için koştuğum şart da şudur: Kendi canlarınızı ve mallarınızı her neden koruyor iseniz, beni de aynı şekilde koruyunuz." Biatte bulunanlar:
- Peki bunu yapacak olursak bize ne var? diye sorunca kendisi:
-”Cennet," diye buyurdu. Bu sefer bi'atte bulunanlar şöyle dedi:
- Bu kârlı bir alışveriştir. Ne bu alışverişten vazgeçeriz ne de vazgeçme teklifini kabul ederiz. Bunun üzerine Şanı yüce Allah: "Muhakkak Allah mü'minlerin canlarını ve mallarını onlara cenneti vermek karşılığında satın almıştır..." âyetini inzal buyurdu.
Bu âyet-i kerime ile ilgili olarak el-Hasan el-Basrî ve Katâde şöyle demişlerdir: Allah onlarla alışveriş yaptı ve onlara verdiği değeri oldukça yüksek tuttu.
Atiyye de şöyle demiştir: Müslüman olup da boynunda Allah'ın bi'ati (alışveriş) olmayan hiçbir kimse yoktur. O buna ister vefâ göstersin, isterse de onun üzerine ölsün. Daha sonra bu âyet-i kerimeyi okudu. Bunun için de şöyle denilmektedir: "Allah yolunda birisine binek verip onu taşıyan kimse, Allah ile alışveriş yapmak demektir. -Yani bu akdi kabul etmiş ve ona vefâ göstermiş demektir.- İster öldürülsünler, isterse de onlar öldürsünler veya her ikisi birlikte sözkonusu olsun, cennetin onlara verilmesi vâcip olmuştur. Bu bakımdan Buhârî ve Müslim'de şöyle denilmektedir: "Allah yolunda çıkıp da onun yolunda cihad etmekten başka bir sebeple çıkmamış olan, Rasûllerini tasdik eden kimseye Allah şunu tekeffül etmiştir: Şayet onun ruhunu kabzedecek olursa, cennete koyacaktır veya savaşa gitmek üzere çıkmış olduğu evine elde etmiş olduğu ecir veya ganimet ile birlikte geri döndürecektir. Peki bu adaylar kimlerdir?
112- "Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, marufu emredenler, münkeri nehyedenler ve Allah'ın hududunu koruyanlar… Müminleri müjdele.”
Allah’ın, cennet karşılığında canını ve mallarını aldığı müminler o kimselerdir ki, Bunlar şirkten tevbe edip nifaktan uzaklaşanlar; beşerlik icabı hataya günaha düştüklerinde hemen dönüp tevbe edenler, Allah’ın sevmediği şeylerden vazgeçip sevdiği şeylere yönelirler. Allah'tan korkarak ona boyun eğer, kulluk ederler. Her hallerinde ve her türlü imtihan karşısında Allah’a verdiği islam ve diğer nimetler için hamd ederler. Oruç tutarak vücutlarını Allah yolunda esirgemedikleri için seyahat edenler gibi kendilerini yorarlar. Onlar ibret almak maksadıyla yeryüzünde dolaşırlar sıhhat bulurlar tefekkür ederler ve Allahı çokça zikrederler, Namazlarında rüku ederler, secdeye varırlar. İnsanlara, hakka uymalarını, doğru yolda gitmelerini ve salih amel işlemelerini emrederler. Ve onlara, Allah’ın yasakladığı her şeyi yasaklarlar. Allah’ın kendilerine, farz kıldığı ibadetleri yerine getirip yasakladığı şeylerden kaçınarak onun koyduğu sınırları korurlar.
Bu vasıflar müminlere ait 10 sıfattır. İman Allah'ın hududunu muhafaza münkerden nehy, maruf-u emir, secde etmek, rüku etmek, seyahat, hamd, ibadet ve tevbe. İşte bu niteliklere gerçekten sahip olan kimse bir önceki ayetteki kerimede sözü geçen alışverişi yapmaya aday kimselerdir. Buna göre bu ümmetin eğitimcilerine düşen eğer böyle bir alışverişi yapmaya cihad etmeye ve kendi nefsiyle mücahede etmeye ehil bir nesil yetiştirmek istiyorlarsa bu özellikleri esas alarak eğitim programlarını buna göre ayarlamalıdırlar. Bu niteliklere göre insanları değerlendirecek olursak ve Müslümanlar da bu niteliklerin oldukça az olduğunu görecek olursak; o zaman niçin Cihad, savaş yahutta Allah yolunda canları feda etme olaylarının Müslümanlar arasında az rastlandığını ve niçin bu konuda ellerin çabuk tutulmadığını anlamış oluruz.
Seyahat edenlerden maksat hakkında çeşitli görüşler mevcuttur;
Seyahat edenler oruç tutanlardır. Resulullah (sav) buyurdu ki: “Seyahat edenler oruç tutan kimselerdir.”
Seyahatin cihad olduğuna delil Ebu Davud’un süneninde rivayet etmiş olduğu Ebu Ümame’nin bize kadar gelen hadisidir: “Ey Allahın resulu, seyahat etmek için bana izin ver. Peygamber (sav) şöyle dedi: “Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır.”
İkrime’den seyahat edenler ilim talep edenlerdir.
Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’de “Onlar muhacirler”
Dinde bazı sarsıntıların yaşandığı dönemlerde dağlara, mağaralara ve ovalarda tek başına dolaşanlardır. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kişinin fitnelerden kurtulmak maksadıyla dini için kaçıp dağların tepelerine ve yağmur yağan yerlere çekileceği, koyunlarının en hayırlı malı olacağı zamanın gelmesi yakındır.”
113- “Cehennem ashabı oldukları açıkça meydana çıktıktan sonra akraba bile olsalar, Müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve müminlere yaraşmaz.”
Cehennem ashabı oldukları açıkça meydana çıktıktan sonra onların şirk üzere öldükleri, onlar tarafından açıkça anlaşıldıktan sonra akraba bile olsalar müşrikler için mağfiret dilemek, peygambere ve müminlere yaraşmaz. Çünkü akide hem dünyada hem de ahirette iman ile şirk ehlinin arasını ayırmıştır.
Bu ayeti kerimenin nüzul sebebi ile alakalı olarak İmam Ahmed şunu rivayet etmektedir: “ Ali b. Ebi Talib(ra) dedi ki: Müşrik oldukları halde bir adamın Anne babasına mağfiret dilediğini işittim. Şöyle dedim:
- Kişi müşrik oldukları halde anne ve babasına mağfiret diler mi? Bana:
- İbrahim babasına mağfiret dilemedi mi? Diye sordu. Ben de bunu peygamber (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'e zikrettim. Bunun üzerine: Bu ayeti kerime nazil oldu.
Akabinde hz. İbrahim (As)’ın mazereti zikredilmektedir. Çünkü o babasına mağfiret istemişti:
114- “İbrahim'in babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir vaadden dolayı idi. Ama onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. Muhakkak ki İbrahim çok içli ve halim idi.”
İbrahim Aleyhisselam babası için Allah'tan af dileyeceğine dair söz vermişti. İbrahim Aleyhisselam bu vaadini yerine getirmek için Allah'tan af dilemiş, ancak babasının, Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca af dilemekten vazgeçmiş ve ondan uzaklaşmıştır. Vahiy yoluyla Hz İbrahim Aleyhisselam'ın babasının kafir olarak öleceği ona açıklanınca ve babasından ümidi kesince ondan ilişkisini kesti ve mağfiret dilemeye son verdi.
Muhakkak ki İbrahim çok içli aşırı merhamet ve rikkati(inceliği) dolayısıyla şefkat ve korkusu sebebiyle çok ah çeken birisiydi.
Ve halim idi. Belalara karşı sabırlı kendisine yapılan eziyetleri bağışlayıcı idi kendisini tehdit edip taşlayacağını söylemesine rağmen babasına mağfiret istemesi de onun ilminden kaynaklanmaktadır.
Muhakkak ki İbrahim çok içli ve halim olup Allah’ı çokça zikreden idi. Burada çok içli hakkında çeşitli görüşler vardır;
İbn Cerir der ki: Bu konuda evlâ olan görüş: "O dua etmektir ve anlatım düzenine daha uygundur..."diyenlerin görüşüdür. Şimdi olur ki şanı yüce Allah bundaki maksadı gerçekten bulmamıza yardımcı eder diye bu münasebetle bu konudaki nasları zikredelim:
İmam Ahmed, Ukbe b. Amir'den rivâyetine göre Rasûlullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) Zünnicâdeyn denilen bir adam hakkında "O çok evvâh’tır" diye söylemiştir. Çünkü o adam Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah zikredildiğinde, yüksek sesle duâ edermiş. Bunu Ibn Cerir de rivayet etmektedir.
Said b. Cübeyr ve es-Şa'bi ise: "Evvâh tesbih eden demektir." demişlerdir.
İbn Vehb de Ebu'd-Derda (r.a)'dan rivâyetle şöyle demiştir: "Kuşluk namazina ancak Evvâh olan kimse devam eder."
Şefiy b. Mâti', Ebû Eyyüb'dan rivâyetle şöyle demiştir: "Evvah günahlarını hatırladığı vakit, onlardan dolayı Allah'tan mağfiret dileyen kimsedir."
Mücâhid ise şöyle demektedir: "Evvâh koruyandır, Yani günahını da gizlice işler, sonra yine ondan dolayı gizlice tevbe eder," Bütün bunları İbn Ebi Hâtim (Rahimahullah) zikretmiştir.
İbn Cerîr ise şunu rivâyet etmektedir: Hasan b. Müslim Beyân'dan: Adamın birisi Allah'ı çokça zikreder ve tesbih edermiş. Bu durum Peygamber (s.a)'e zikredilince o: "Gerçekten bir evvahtır," diye buyurdu.
Yine İbn Cerir'in İbn Abbas'tan rivâyetine göre Peygamber (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) bir cenazeyi defnettikten sonra: "Allah sana rahmet eylesin, gerçekten sen Evvâh bir kimse idin." Yani çokça Kur'ân okuyan bir kişi idin, demiştir.
Bir müslümanın başka birisinin müslüman olması için mağfiret istemesi veya kendisi vasıtasıyla mağfiret edilmesine sebep teşkil edecek İslami nasip etmesini Allah’tan istemek şeklinde mağfiret istenebilir.
115- “ Allah bir kavmi hidayete erdirdikten sonra sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça dalalete düşürmez. Muhakkak ki Allah her şeyi bilendir.”
Şanı yüce Allah size hidayet verdikten sonra sizler müşrik olarak ölen ölülerinize mağfiret dilemeniz konusunda size hidayeti nasip etmesi kendisine ve Resulüne imana muvaffak kıldıkmasından sonra sizi nehy etmeden ve bu nehye bağlı olarak sizde bundan vazgeçmeden müşrik ölülerinize mağfiret dilediğiniz için hakkınızda delalet hükmünü verecek değildi. Bu işi size nehyedip çirkinliğini açıklamadan önce ve siz bu açıklamaya rağmen onun nehyini çiğnemeniz söz konusu olmadığı sürece hakkınızda delalet hükmünü vermez. Çünkü itaat ve masiyet nehyin gelmesinden sonra söz konusu olur. Kendisine herhangi bir emir ve nehiy verilmemiş kimsenin ise, emredildiği ve nehyedildiği konuları yapmaması dolayısıyla itaatkar veya asi olması söz konusu değildir.
Şanı yüce Allah bir şeyin yasak olduğunu onlara beyan edip ondan sakınmanın gerekliliğini onlara öğretip de buna rağmen onlar bunu yapmaya kalkışmadıkları sürece kullarını sorumlu tutmaz. O halde bu ayeti kerimenin nüzulünden önce müşriklere mağfiret dilediği için sorumlu tutulmaktan korkan kişilerin bu açıdan rahatlaması söz konusudur. Muhakkak ki Allah her şeyi bilendir.
116- “Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir. Öldürür ve diriltir. Sizin için Allah'tan başka bir veli ve yardımcı da yoktur.”
Burada Yüce Allah sıfatlarını müminleri hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma takvaya teşvik etmeyi ve cihada teşvik etmeyi ifade eder. Zira bu ayet göklerin ve yerin hükümranlığının ancak Allah'a ait olduğunu, diriltmenin ve öldürmenin, düşmanların elinde değil ancak Allahu Teala'nın elinde bulunduğunu, müminlerin yardımcısının da böyle bir kudret sahibi olan Allah olduğunu bildirmektedir ve düşmanlarından asla korkmamalarını emretmektedir. Çünkü onların Allah'tan başka ne bir velileri vardır ne de ondan başka bir yardımcıları daha sonra şanı yüce Allah hem bu kesimi hem de bu ayeti kerimeyi de bugünü savaşa çıkan kimselere verdiği mükafatı açıklayarak bitirmektedir. Ayrıca müminler Rum krallarına, Fars krallarına ve Habeşistan krallarına karşı savaşmaktan geri durmamalı ve çekinmemelidirler.
117- “Andolsun ki Allah, peygamberin ve güçlük anında ona uyan muhacir ve ensarın tevbelerini kabul etti. İçlerinden bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken, yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü o kendilerine Rauf ve Rahim’dir..”
Güçlük anından kastın Tebük gazvesi olduğu aşikardır. Yine bu savaşı çerçeveleyen mal ve silah temin etmekti ki bu zorluktu, iklimin elverişsizliği, sayıca azlık, yolun uzak olması, düşmanın çokluğu ve ayrıca her yönü ile kuvvetli olmasına rağmen, bu gaza esnasında Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'e tabi olanların Allah tevbelerini kabul etmiştir. Onlar bu çağrıyı kabul ettikleri için Allah günahlarının bağışlanması ile onları mükafatlandırdı. Ayeti kerime müminleri tevbe etmeye ve cihad gibi günahlardan arındırıcı yollara teşvik etmektedir.
İçlerinden bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken iman üzere sebattan veya bu kazada Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)’in peşine takılıp onunla birlikte yola çıkmaktan vazgeçmek üzereyken yine de onların da tevbesini kabul buyurdu. Onlar Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'e uydukları ve günahlarından döndükleri için tevbelerini kabul etti. Zira Allah, müminlere karşı çok lütufkardır ve çok merhametlidir.
Hz. Ömer bu sefer hakkında diyor ki: "Biz, Resulullah ile birlikte, sıcağın şiddetli olduğu bir sırada Tebük seferine çıktık. Bir yerde konakladık. Çok susamıştık. Neredeyse susuzluktan ölecektik. Bazıları, develerini kesip karnındaki suyu içiyor böylece ciğerini yanmaktan kurtarıyordu. Ebubekir "Ey Allah'ın Resulü, Allah sana, dualarının karşılığında hayır nasip ediyor bizim için dua et." dedi. Resulullah "Bunu istiyor musun" diye sordu. Ebubekir de "Evet" dedi. Bunun üzerine Resulullah, ellerini kaldırıp Allah’a yalvarmaya başladı. Daha ellerini indirmeden hava değişti, bulutlar geldi ve gökten yağmur dökülmeye başladı. Herkes yanında bulunan kapları doldurdu. Etrafımıza baktık, yağmurun, ordunun üzerinden başka yere yağmadığını gördük."
118- “Geri bırakılan 3 kişinin de, o kadar ki yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, nefisleri de kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı. sonra Onları da eski hallerine dönsünler diye tövbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah Tevvab'tır, Rahim olandır.”
Savaştan geri kalan ve tevbeleri daha sonra kabul edilen bu üç kişi Kâ´b b. Mâlik, Mürare b. Rebi ve Hilâl b. Ümeyye´dir.
Kâ´b b. Mâlik, Akabe biatına katılmış, Resulullahı ve İslâmı kendi canından önce koruyacağına, onu her zaman ve her yerde müdafaa edeceğine dair ahitte bulunmuş seçkin ve şair bir kişiydi. Mürare b. Rebi ve Hilal b. Ümeyye de Bedir savaşına katılmış, halk için örnek davranışlara sahip olan salih birer kişiydiler.
Tebük seferine gitmemek için münafıklar ve Bedeviler, bir takım uydurma sözler ileri sürmüşler bazıları da sefer sonrasında özür beyan ederek Resulullah´tan affedilmelerini istemişlerdir.
Fakat bu üç kişi, hiçbir özürleri bulunmadığı halde sefere katılmamışlar, sefer sonrasında da hiçbir özürleri olmadığı halde sefere katılmadıklarını itiraf etmişlerdir. Onların bu itirafları üzerine, Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم) gidip, Allah’ın, haklarında hüküm vermesine kadar beklemelerini söylemiş bunlar da, haklarında hükmü beklemeye başlamışlardı. Resulullah onlarla konuşmayı yasaklamıştı. Bu sebeple kimse onların yüzüne bakmıyor, onlarla münasebette bulunmuyordu.
Mürare b. Rebi’ ve Hilal b. Ümeyye, yaşlı oldukları için evlerine çekilmiş kimseyle görüşmüyor, devamlı ağlıyorlardı. Kâ´b b.Mâlik ise çarşı pazar dolaşıyor fakat kimse ne selâmını alıyor ne de konuşuyordu.
Bu olay onlara çok ağır geliyordu. Bu hal üzere tam elli gün beklediler. Âyet-i kerime´nin de belirttiği gibi, yeryüzünün, bütün genişliğine rağmen onlara dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıldığı bir anda işte bu âyet nazil oldu ve tevbelerinin Allah tarafından kabul edildiği beyan edildi.
İbn- Şihab ez-Zühri diyor.ki: "Bana, Abdurrahman b. Abdullah b. Ka´b bildirdi ki, Ka´b’ın görmesini kaybetmesinden sonra onu, elinden tutup gezdiren oğlu Abdullah demiştir ki: "Ka´bın, tebük gazvesinde Resulullahtan geri kaldığını şu şekilde anlattığını duydum. Ka´b b. Malik dedi ki: "Ben Tebük seferi hariç Resulullahın yapmış olduğu hiçbir gazve´den geri kalmamıştım. Ben sadece Bedir savaşından geri kalmıştım. Fakat Resulullah, Bedir savaşından geri kalan hiçbir kimseye sitem etmemişti. Çünkü Resulullah ve müslümanlar, Kureyş kabilesinin kervanına el koymak için gitmişlerdi. Allah onları, karşılaşmayı beklemedikleri bir anda düşmanlarıyla bir araya getirdi. Ben, Resulullah ile birlikte, müslüman olmaya dair biat ettiğimiz zaman. Akabe gecesinde bulunmuştum. Her ne kadar Bedir, insanlar arasında Akabe biatından daha çok anılıyor ise ben bu biatin yerine Bedirde bulunmayı daha çok arzu eden biri değilim. Benim, tebük seferinde Resulullahtan geri kalmam ise şöyle olmuştur. Ben geri kaldığım bu seferdeki zamanımdan daha güçlü ve daha imkânlı bir an yaşamamıştım. Allah'a yemin olsun ki, ondan önce elimde iki binek hiçbir zaman bulunmamıştı. O sefer sırasında ise elimde iki binek vardı. Resulullah bu seferi, şiddetli bir sıcak mevsimde yapmıştı. O uzun bir yolculuğa ve ıssız çöllere yönelmişti. Büyük bir düşmanla karşılaşmaya gidiyordu. Müslümanlar, savaşmak için bütün hazırlıklarını yapsınlar diye Resulullah onlara durumu iyice açıkladı. Hangi tarafa doğru sefer yapmak istediğini onlara bildirdi. Bu sefer esnasında Resulullah ile beraber bulunan müslümanların sayısı çoktu. Onların isimlerini kaydeden belli kayıt defteri yoktu. Bu sebeple ortadan kaybolmak isteyen kişi, hakkında Allah tarafından vahiy gelmedikçe gizlenebileceğini düşünüyordu. Resulullah bu seferi meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin sevildiği bir zamanda yaptı. Ben de bunları severim. Resulullah ve müslümanlar, hazırlığa başladılar. Ben de onlarla birlikte hazırlanmak için eve gidiyor fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Ve kendi kendime diyordum ki: ´´İstediğim zaman bunu yapabilirim." Bu hal bende devam etti.. Nihayet insanlar, işi ciddiye almaya başladılar. Resulullah ve onunla birlikte müslümanlar sefere başladılar. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım. Gidip geliyor fakat hiçbirşey yapamıyordum. Bu durum bende devam etti. Nihayet onlar hızla yola koyuldular Ben seferi kaçırmıştım. Yola çıkıp onlara kavuşmak istedim. Keşke bunu yapmış olsaydım. Fakat bana bu da nasip olmadı. Artık ben Resulullahın sefere gitmesinden sonra, insanların içine gittiğimde benim durumumda olan bir kimse göremiyordum. Ancak münafıklıkla itham edilen veya acizliğinden dolayı Allah tarafından mazur görülen kişileri görebiliyordum. Bu da beni üzüyordu.
Ordu Tebük´e varıncaya kadar Resulullah benden bahsetmemiş. Fakat Tebükte insanların içinde otururken "Ka’bdan ne haber" diye sormuş, Seleme oğullarından bir kişi de: "Ey Allah'ın resulü onu iki cübbesi ve omuzlarına bakması alıkoydu. (Yani zenginliği ve gururu onu alıkoydu) dedi. Bunun üzerine Muaz b. Cebel "Ne kötü bir şey söyledin! Ey Allah’ın Resulü, Allaha yemin olsun ki biz onda hayırdan başka bir şey görmedik" dedi. Resulullah bir şey söylemedi. O arada Resulullah, beyaz bir elbise giymiş, o elbisesiyle de âdeta serapları titreten bir adamın çıkıp geldiğini görmüş ve buyurmuştur ki: "Sen keşke Ebu Hayseme olsan!" Bir de bakmışlarki o kişi gerçekten Ebu Hayseme el-Ensari. Bu kişi bir ölçek hurmayı tasadduk ettiği için münafıklar tarafından ayıplanan kişidir.
Ka´b. sözlerine devamla diyor ki: "Resulullahın" Tebükten dönerek Medine’ye yöneldiği haberi bana ulaşınca işte o zaman büyük bir sıkıntıya düştüm. hatırıma yalan söylemek geldi. Diyordum ki "Yarın ben onun gazabından nasıl kurtulacağım. Bu hususta ailemin, görüş sahibi olanlarıyla istişare ediyordum. Resulullahın yaklaştığı haberini alınca bâtıl düşünceler benden uzaklaştı ve anladım ki, kendimi, Resulullahtan hiçbir şekilde kurtaramam. Ona doğruyu söylemeye karar verdim. Resulullah sabahleyin çıka geldi. O, bir yolculuktan döndüğünde önce mescide gider iki rekât namaz kılardı ve sonra insanlarla görüşmek için orada oturdu. Tebükten dönünce de aynı şeyi yaptığında savaştan geri kalanlar ona gelip özür beyan etmeye başladılar. Yeminler ettiler. Bunlar seksen küsur kişiydi.
Resulullah onların dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul etti. Onlardan biat aldı onlar için af diledi ve gizli durumlarını ise Allah’a bıraktı. Nihayet ben de gittim. Selam verdim. Resulallah, kızgın bir kimsenin tebessümü gibi tebessüm etti ve sonra "Gel" dedi. Yürüyüp yanına gittim ve önüne oturdum. Bana: "Seni geri bırakan neydi. Sen, binek satın almamış mıydın " diye sordu. Ben de dedim ki "Ey Allah'ın Resulü, Allah'a yemin olsun ki eğer ben, senin dışında dünyadaki insanlardan herhangi bir insanın yanına oturmuş olsaydım, bir özür beyan ederek onun bana kızmasından kurtulabilirdim kanaatindeyim. Çünkü Allah bana, güzel konuşma kabiliyeti vermiştir. Fakat Allah yemin olsun ki, ben çok iyi biliyorum ki, eğer sana bugün yalan söyleyip razı edecek olsam yarın, Allah’ın seni bana gazaplandırması yakındır. Şayet sana doğru söyleyecek olsam ondan dolayı bana kızacaksın. Ben, bu hususta Allah’ın, hakkımda hayır nasip etmesini ümit ediyorum. Allah'a yemin olsun ki benim hiçbir özürüm yoktu. Allah yemin olsun ki senden geri kaldığım zamandan daha güçlü ve daha imkânlı bir anım olmamıştı." Resulullah da buyurdu ki: "İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, Allah, hakkında hükmünü verinceye kadar bekle." Ben de kalkıp gittim. Seleme oğullarından bazı kişiler kızgınlıkla gelip bana kavuştular ve dediler ki: "Vallahi bizler, senin bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz. Savaştan geri kalanların dilemiş oldukları özürleri beyan ederek Resulullah özür dilemekten âciz kaldın. Senin günahın için Resulullahın af dilemesi yeterliydi." Ka´b diyor ki: "Allah'a yemin olsun ki, onlar durmadan beni kınıyorlardı. Öyle ki bir ara geri dönüp Resulullaha, kendimi yalancı çıkarmak istedim. Sonra onlara dedim ki: "Benim durumuma düşen başka kimse var mı " Onlar da dediler ki: Evet, iki kişi var. Onlar da senin söylediğin gibi sözler söylediler. Onlara da, sana söylenen şeyler söylendi. Dedim ki: "Onlar kimler " dediler ki: "Onlar Mûrare b. Rebia el-Âmir´i ve Hilal b. Ümeyye el-Vakifi’dir." Onlar bana Bedir savaşında bulunan salih iki kişiyi anlattılar. Onlar benim için örnek kişilerdi. Bunları bana anlatınca ben devam edip yoluma gittim.
Resulullah müslümanlara, savaştan geri kalanlar arasında üçümüzle konuşmalarını yasakladı. Böylece insanlardan uzak kaldık. Onlar bize karşı değiştiler. Öyle ki, ben sanki daha önce tanımadığım bir yerde yaşıyormuş gibi oldum. Bu halimiz, elli gün devam etti. Diğer iki arkadaşım ise boyunlarını büküp evlerinde oturdular ve ağladılar. Ben onların en genci ve en metanetlileri idim. Çıkıp geziyordum. Namazlarda bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat kimse benimle konuşmuyordu. Resulullah, namazdan sonra oturup sohbet ettiğinde gidip ona selam veriyordum. Kendi kendime diyordum ki "Acaba selamımı almak için dudaklarını oynattımı» yoksa oynatmadı mı Ona yakın yerde namaz kılıyor ve göz ucuyla onu takip ediyordum. Namaza yöneldiğimde bana bakıyordu. Ben ona doğru yönelince de yüzünü çeviriyordu.
Müslümanların bu tavrı uzayınca gidip Ebu Katade´nin bahçesini duvarından tırmandım. O, benim amcamın oğlu ve en çok sevdiğim bir kişiydi. Ona selam verdim. Vallahi o selamımı almadı. Ona dedim ki: "Ey Aba Katade, Allah hakkı, için söyle bana, sen benim, Allah’ı ve Resulünü sevdiğimi biliyor musun " O hiç cevap vermedi. Tekrar seslendim yine sustu. Tekrar seslendim. Bunun üzerine dedi ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." Bunu duyunca gözlerim yaşla doldu. Geri döndüm. Duvarda tırmanıp çıktım.
Medine´nin çarşısında yürürken, Şam halkının Nabtilerinden Medine´ye gıda maddesi getirip satan bir kimse orada şöyle diyordu: "Bana, Ka´b b. Maliki kim gösterecek " İnsanlar beni gösterdiler. O adam gelip bana Gassan kralından bir mektup verdi. Ben, okur yazar biriydim. Mektubu okudum. Bir de ne göreyim onda şöyle yazıyor: "Bize ulaşan haberlere göre adamın (Peygamber) sana eziyet ediyormuş. Allah seni. zelil olacağın, haklarının zayi olacağı bir yer için yaratmamıştır. Bize gel, yardımlaşalım." Ka´b diyor ki: "Bunu okuduğumda dedim ki: "İşte bu da belalardan başka bir bela! Götürüp o mektubu, tandıra atıp yaktım.
Yasaklanan elli günden kırk gün geçip vahiy gelmeyince baktım ki, Resulullahın elçisi bana geldi ve dedi ki: "Resulullah, hanımından uzaklaşmanı emrediyor." Dedim ki: "Ben onu boşayayım mı yoksa ne yapayım "Dedi ki: "Hayır boşama, ondan uzaklaş ve ona yaklaşma" Resulullah diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermiş. Hanımıma dedim ki: "Ailene git. Allah bu mesele hakkında hükmünü gönderinceye kadar onların yanında dur" Hilal b. Ümeyye´nin karısı Resulullaha gitti ve ona: "Ey Allah'ın Resulü, Hilal b. Ümeyye kendisine bakmayan bir ihtiyardır. Onun bir hizmetçisi de yoktur. Benim ona hizmet etmeme kızar mısın " Resulullah da buyurdu ki: "Hayır. Fakat o sana yaklaşmasın." Kadın da dedi ki: "Vallahi onda hiçbir hareket yok. Vallahi bu mesele ortaya çıktıktan sonra durmadan ağlıyor." Kâ´b diyor ki: "Ailemden bazı kişiler dediler ki: "Sen de karın hususunda Resûiullahtan izin isteseydin. Çünkü o, Hilal b. Umeye´nin hanımının, ona hizmet etmesine izin verdi. Ben dedim ki: "Ben karım hakkında Resulullah'tan izin istemem. Ben, genç bir adamım. Karım hakkında Resûlullah’tan izin istersem onun bana nasıl bir cevap vereceğini ne bileyim "Bu hal üzere on gün daha devam ettim. Böylece bizimle konuşulması yasaklanan günler elliye tamamlandı. Ellinci gecenin sabahı evlerimizden bir evin üzerinde sabah namazını kıldım. Ben, Allah tealanın vasıflandırdığı bir şekilde sıkıntılı ve bütün genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel dağının üzerine çıkmış olan bir kişinin sesini işittim. O, en yüksek sesiyle şöyle diyordu: "Ey Ka´b. b. Malik, müjde!" Bunun üzerine secdeye kapandım. Artık kurtuluşun geldiğini anlamıştım.
Resulullah, sabah namazını kıldıktan sonra, Allah’ın tevbenizi kabul ettiğini ilan etmiş. İnsanlar, bizleri müjdelemek için gelmişler. İki arkadaşıma müjdeciler gitmiş. Bir kişi de atına binip bana gelmek için sürmüş. Eslem kabilesinden bir kişi koşup dağa çıkmış ve yukarıda zikredildiği şekilde bağırmış. Ses attan daha hızlı geldi. Bu sebeple sesini işittiğim adam gelip beni müjdeleyince sırtımda bulunan iki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Allah’a yemin olsun ki, o gün benim iki elbiseden başka elbisem yoktu. Emanet iki elbise alıp onları giydim. Resulullah ile görüşmek için çıkıp gittim. İnsanlar grup grup beni karşılıyor, tevbemin kabul edilişi sebebiyle beni tebrik ediyor ve şöyle diyorlardı: "Allah’ın tevbeni kabul etmesi mübarek olsun" Nihayet mescid-i nebeviye girdim. Baktım ki, Resulullah orada oturuyor. Çevresinde de insanlar var. Talha b. Ubeydullah kalkıp koşarak geldi. Benimle musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden, ondan başka kimse gelmedi. (Ka´b Talha´nın bu davranışını hiç unutmadım.) Resulullah’a selam verince ki onun yüzü sevinçten dolayı parlıyordu. O şöyle buyurdu: "Annenin seni doğurduğu günden beri geçen günlerin en hayırlı bir günü sana müjdelenmiş olsun!" Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu senin tarafından mı yoksa, Allah katından mı " Resulullah da buyurdu ki: "Hayır benim tarafımdan değil Allah tarafından" Resulullah sevinince yüzü aydınlanırdı. Sanki o, ay´dan bir parça olurdu. Biz bunu anlardık. Resulullah önünde oturunca dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü benim, Allah ve Resulü yolunda sadaka olarak bütün malımdan feragat etmem tevbe edişimin bir bölümü idi." Resulullah da buyurdu ki: "Malların bir kısmını elinde tut. O, senin için daha hayırlıdır." Ben de dedim ki o halde ben, Hayber’de hakkıma düşen hisseyi tutayım." Yine dedim ki: "Ey Allah’ın Resulü, Allah beni, ancak doğru söylemem sayesinde kurtardı. Yaşadığım müddetçe, konuştuğumda doğrudan başkasını söylemeyeceğimi vaadettikten bu güne kadar, kasıtlı bir şekilde yalan söylemedim. Temennim odur ki, hayatımın geri kalan kısmında da Allah beni korur."
Ka´b diyor ki: "Bu hadise üzerine Allah teala bu surenin yüz on yedi, yüz on sekiz ve yüz on dokuzuncu âyetlerini indirdi. Allah’a yemin olsun ki, kanaatime göre, Allah beni İslama eriştirdikten sonra, bana, Resulullaha doğru söylememden dolayı lütufta bulunduğundan daha büyük bir lütufta bulunmadı. Ben, yalan söyleyenler gibi helak olmadım. Zira Allah, yalan söyleyenler hakkında vahiy indirerek bir insana söylediğinin en ağırını söyledi ve buyurdu ki: "Cihaddan döndüğünüzde, kendilerini bırakmanız için, Allah yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar, murdardırlar işledikleri günahların cezası olarak varıp kalacakları yer, cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan razı olasınız da şüphesiz ki Allah, fasıklar güruhundan razı olmaz. Ka´b diyor ki: Âyette bizim geri bırakıldığımız zikrediliyor. Bundan maksat, savaştan geri bırakılmamız değil, meselemizin ne olacağının geri bırakılması, özürler beyan ederek kendileri için af dilenmelerinden geri kalmamızdır. Yani Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)’in huzuruna varıp yemin eden onun mazeret beyan eden ve kendisinden mazeretlerini kabul eden kimselerden geri kalışımız onlardan ayrı olduğumuzu ifade etmektedir şu an Yüce Allah bu üç kişinin müslümanların gecelik gündüzdüğü 50 veya 52 gün boyunca onlara uzak durması dargın kalmalarından dolayı çektikleri sıkıntı ve darlıkları zikretmektedir nefislerine dar gelmeye başlamıştır. Dünya bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara daraldı gidecek yerleri kalmadı ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Allah'ın emrine sabrettiler boyun eğdiler Resulullah (صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم)'e geriye kalış sebebini açıklarken doğru söylemeleri sebebiyle Allah onların kurtuluşlarını beyan buyuruncaya kadar sebat gösterirler onlar geri kalışlarını ve hiçbir mazereti olmadığını söylemişlerdi. Bu sebepten dolayı bu süre içerisinde cezalandırıldılar. Daha sonra Allah tevbelerini kabul etti. Böylece doğruluklarının hayır akıbeti ortaya çıkmış ve onun sonucunda tevbeleri kabul edilmişti
Yorum Gönder
İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...