Kadiri Yolu

Sufilerin Namaz Adabı

SUFİLERİN NAMAZ ÂDÂBI


Sûfîlerin namazla ilgili ilk edebi, namaza âid bilgileri öğrenmek, namazın farzlarını, sünnetlerini, âdâbını, fazîlet ve nevâfilini bilmektir. Namaz için gerekli olan konuları araştırmak, bunları ilim ehlinden sorup öğrenmektir. Çünkü namaz dînin direği, âriflerin gözünün nûru, sıddîkların sürûru, mukarreblerin tâcıdır. Namaz vuslat makâmıdır. Hakk'a yakınlık, heybet, huşû, haşyet, ta'zîm, vakar, müşâhede ve murâkabe mahallidir. Allah'a münâcâttır. O'nun huzûrunda durmak, O'na yönelmek ve O'ndan gayrı herşeyden yüz çevirmektir.


Namaz konusunda avâmın âlimleri taklîd etmeleri; fakîhlerin fetvâlarına

başvurmaları yeterli olmakla birlikte, âlimlerin ruhsat, fetvâ ve te'vîl türü

görüşlerine de güvenmeleri gerekir. Çünkü ulemânın ruhsat ve fetvâsının

kaynağı, Allah'ın yaratıklarına verdiği genişlik ve müsâmahadır.


Halk arasında sûfîlik özellikleriyle temâyüz etmiş, el emeğiyle geçinmeyi terkederek mâsivâ ile her türlü bağını kesmiş ve Allah'a yönelip "ehlullah" adıyla anılarak Allah'a nisbet edilen kişiler, âdâba riâyetten geri kalmazlar, namazın ahkâmına titizlik ve ihtimâmdan yorulmazlar. Namazın farzlarını, sünnetlerini, âdâb ve nevâfilini icrâdan asla geri durmazlar. Çünkü onların bundan önemli işleri yoktur. Hiçbir işe namazdan daha çok ihtimâm göstermezler.


Sûfîlerin namaz konusunda bundan sonraki edebi ise, vakit gelmeden önce namaza hazırlanmaktır. Bu sayede namazın makbûl olan ilk vaktini

kaçırmamış olurlar. Bu ise ancak, na mazın ilk vaktini bilmekle mümkün

olur. Vakti bilme işi de, güneşin zevâl vaktini; her beldedeki zevâlin gölge

ölçüsünü bilenlere müyesser olur. Her vakitte güneşin hangi ölçülerle zevâl vaktine girdiğini ve bu ölçülerin artış ve eksilme zamanlarını bilmek gerekir. Kişinin boyu, başka bir ölçü olmadığı zamanlarda, bu iş için bir ölçü birimi olarak kullanılabilir. Kişinin boyunun gölgesi, bulunduğu yere göre bir ölçü birimi (kadem) itibar olunur.


Bu sayılanların yanısıra kişi, vakit ta'yîni için yıldızların konumunu, doğuş ve batışa göre ayın durumunu, ay menzilinde bulunan yıldızlardan herbirinin doğuş sırasını bilmesi gerekir ki, geceleyin yıldızlara baktığında gecenin ne kadarının geçtiğini, ne kadarının kaldığını bilebilsin.


Ayrıca kıbleyi ta'yîn için kutup yıldızı ve diğer yıldızlara âid bilgilere de ihtiyac vardır. Çünkü kıble ta'yîni ancak araştırma ve incelemeyle gerçekleşebilir. Bu yüzden her beldenin semt olarak Kâ'be'ye göre ne tarafa düştüğünü bilmek gerekir. Bunun sağlıklı olabilmesi de Mekke'nin bulunulan yere göre ne tarafta olduğunu araştırmak ve Kâ'be'ye göre hangi cihette olduğunu bildiği beldeye bu hükmü ircâ' etmekle mümkün olur.


Ayrıca kutub yıldızının ve diğer yıldızların hangi noktalarda bulunduğunun

da bilinmesi gerekir. Hatta geceleyin yol ve yön gösteren gezegenlerin

durumunun da bilinmesi lâzımdır. Çünkü belki kişinin yolu sahrâya düşer,

ya da denizde gemiyle yolculuk yapmak zorunda kalır, bu bilgi o zaman

kendisine lâzım olur.


Sehl b. Abdullah: "Sâdık kişinin sıdkının alâmeti cin tâifesinden bir tâbiinin bulunması ve namaz vakti girince kendisine haber vermesi, eğer uykuda ise uyarmasıdır." dermiş.


Sûfîlerden öyleleri vardır ki, kendilerinin gece ve gündüze âid, günler boyu süren ibâdet, zikir ve Kur'ân tilâveti türünden evrâdları vardır, fakat bunlardan hiçbirini diğerine karıştırmadan sırasıyla icrâ ederler.


Niyyet ve iftitâh tekbîri edebi: Hazırlığını tamamlayan ve ilk vaktinde namaza başlamak isteyen kimse, tahrîme (iftitah) tekbiri ile niyyeti birbirine bağlı olarak yapmalıdır. Birinin diğerini geçmemesi, aksine her ikisinin aynı anda olması gerekir. Nitekim Cüneyd şöyle demiştir: "Herşeyin bir temizlik (safvet) noktası vardır. Namazın safveti, ilk tekbîridir. "Bu söz, ilk tekbîrin niyyetle birlikte olması gerektiğini, değilse namazın câiz olmadığını gösterir. Çünkü tahrime tekbiri ve niyyet, kulu namaza bağlayan akiddir. Eğer bu bağ (akid), sağlam olursa, bundan sonra namaza onu bozacak; fazîletini eksiltecek bâtinî âfetler giremez. Namaz kılana kalacak olan da, niyyeti ve bu akdi; ya'nî niyyetle beraber aldığı tekbirdir.


İbn Sâlim'i şöyle derken duymuştum: "Niyyet, Allah ile, Allah için ve Allah'tan olur. Niyyetten sonra kula gelen âfetler düşmandan; ya'nî nefs ve şeytandandır. Dolayısıyla onlar, şeytanın hissesine düşer. Şeytanın hissesi, çok da olsa, Allah ile, Allah için ve Allah'tan olan az niyyete denk olamaz."


Ebû Saîd Harrâz'a sordular: "Namaza ne ile girilir?" Şu karşılığı verdi: "Namaza durmak demek, kıyâmette Allah'ın huzûrunda bulunmak gibi, O'na yönelmektir. Sen ve O, karşı karşıyasınız. Arada tercüman yok. Sen O'na yönelmiş münâcât ediyorsun; büyük bir Melik'in huzûrunda bulunduğunun bilinci içindesin.” 


Âriflerden birine sordular: "İlk (tahrîme) tekbîri nasıl alırsın?" Şu karşılığı verdi: "Allahu Ekber diye ilk tekbîri, elifin azameti, lâm'ın heybeti, hâ'nın kurb ve murâkabesiyle sözümde ve özümde Allah'dan başka bir büyük kalmayacak şekilde alırım."


Bir başka sûfî de şöyle der: "Sen tekbîr aldığında O sana bakmakta ve senin gönlüne âgâh bulunmaktadır. Sağ yanında cennet, sol yanında cehennem olduğunu düşünerek tekbîrini al!"


Kıyâm âdâbı: Kul namaza dâhil olduğunda gönlünde, huzurunda bulunduğu Allah'tan başka hiçbir şey olmamalıdır ki, Hakk'ın kelâmını anlayabilsin ve her âyetin manasına ve zevkine varabilsin. Çünkü insanın namazdan payı bilinçle ve kalp huzuruyla kıldığı kadardır.


Ebû Saîd Harrâz, namazın âdâbını anlattığı kitabında der ki: "Tekbîr için ellerini kaldırdığında gönlünde zât-ı kibriyânın azametinden başka büyük olmamalıdır. Tekbîr sırasında senin nezdinde Allah'dan daha büyük birşey kalmamalıdır ki, O'nun büyüklüğüyle gözünden ve gönlünden dünyâ ve âhiret duyguları silinip gitsin.”


Ebû Saîd Harrâz'ın söylediklerinin ma'nâsı şudur: Eğer Allahu Ekber dediğin zaman, gönlünde Allah'tan başka büyük varsa, sen sözünde sadık değilsin, demektir.


Kırâatta edeb: Kur'ân ayetlerini gönül kulağıyla, âdetâ Allah'tan dinliyormuş gibi, ya da Allah'a okuyormuş gibi bir müşâhede ile okumaktır.


Ebû Saîd Harrâz der ki: "Böyle düşünmek idrâk ehli için yüce bir anlayıştır."


Rükû'daki edeb: Sırtını dümdüz yapıp yere eğilmek, böylece bütün

mafsallarını arşa doğru tutmaktır. Sonra da gönlünde Allah'tan daha yüce

bir şey kalmayacak şekilde O'nu yüceltmek ve nefsini bir toz zerresinden

daha küçük görmektir. Başını rükû'dan kaldırıp "Semiallahu li-men hamideh" dediğinde Allah'ın kendisini işittiğini bilmektir.


Secdedeki edeb: Secde sırasında kulun gönlünde kendisine Allah'tan

daha yakın hiçbirşeyin kalmamasıdır. Çünkü secde, kulun Rabbina en yakın olduğu durumdur. Böyle olunca kulun diliyle de Allah'ı karşıtlarından tenzîh etmesi gerekir. Kulun kalbinde Allah'dan daha büyük, O'ndan daha izzetli hiçbir şey bulunmamalıdır. Kul namazını bu minvâl üzere tamamlar.


Bu duyguların yanısıra, kulda kendini eritecek bir haşyet ve duygusu bulunur. İçinde kendisini namazdan daha ziyâde meşgûl edecek bir heybet

başka duygu bulunmaz. Huzûrunda durduğu zât yerine başkalarıyla meşgul duruma düşmemeye çalışır.


Kişi bu duygularla teşehhüdde oturup duâlarını okur ve selâm verir. Bunların hepsi, ne söylediğini ve kiminle muhâtab olup kime münâcâtta bulunduğunu bilen kişilerin hâlidir. Kul namaza girerken "Allahu Ekber" diyerek yaptığı akdi, ancak bu sûretle tamamlamış ve namazdan çıkmış olur.


Bunların hepsi, benim Ebû Saîd Harrâz'in kitabında gördüklerimdir. Ben bir grup insan görmüştüm, Allahu Ekber diye yaptıkları akid ve niyyetle başladıkları namazı vesveseye düşmeden tamamlayabilmek için hafif tutuyor ve uzatmayı hoş karşılamıyorlardı.


NAMAZIN DİĞER BA'ZI ÂDÂBI


Kul namaza girmeden önce, namaz edebiyle edeblenince sürekli namazda imiş gibi olur. Onun namaza kalkışı namazdaki hâlinden uzak olmaz. Sûfîlerin namazdan önceki edeblerinden biri murakâbedir; kalbi her türlü havâtır ve avârızdan, Allah'ın dışında herhangi bir şeyin zikrinden korumaya çalışmaktır. Namazdan önce bu hal üzere olanlar, namaza kalktıklarında âdetâ bir namazdan başka bir namaza kalkıyormuş gibi kalkarlar. Namaza başladıkları sıradaki niyyet ve akidlerini namaz boyunca sürdürürler. Namazdan çıktıklarında tekrar namaz dışındaki huzûr-ı kalb hâline ve murâkabeye dönerler. Âdetâ onlar, namazın dışında oldukları zaman da namazda imiş gibidirler. Bu, onların namaz edebidir. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) buyurmuşlardır ki: "Kişi namaz vaktini gözleyip bekledikçe namazda gibidir." Buhârî, Ezân, 30, 36 İşte namazda ve namazı beklemede edeb; budur. Benim anlatmaya çalıştığım konu da budur.


Namaza kalktığında ilk tekbir sırasında heybet-i ilâhiyyeden yüzü kızarıp sararan birini tanırım. Yine namaza girişi sırasında kalbindeki niyyet ve akdi korumak için kalbine yoğunlaşan ve bu yüzden kaç rekât kıldığının farkında olmadığından arkadaşlarından birini kıldığı namazın rekâtlarını saymak üzere yanına oturtan birini görmüştüm. Kaç rekât kıldığının bilincinde olmadığı için, yanlış yapmaktan korkuyor ve yanında namazının rekâtlarını saymada yardımcı olacak birini bulunduruyordu.


Anlatıldığına göre Sehl b. Abdullah iyice zayıflamıştı. Hattâ neredeyse yerinden kalkamayacak duruma gelmişti. Ancak namaz vakti geldiğinde kendisine gücü iâde edilirdi. Mihrâbda kazık gibi dimdik dururdu. Namazdan çıkınca da eski zayıf hâline döner, yerinden kıpırdamaya güç yetiremezdi.


Çölde tek başına yolculuk yapan birini tanırım ki, nafile evradını, gece namazını, sünnetleri ve hazar zamanında yapageldiği âdâbı terk etmez ve şöyle konuşurdu: "Sûfî taifesinin seferdeki hâliyle hazardaki hâlinin bir olması gerekir."


İhvânımdan biri vardı. Ne zaman bir şey yiyip içecek, bir elbise giyecek veya bir mescide girip çıkacak olsa, hemen iki rekât namaz kılardı. Sevindiği, ya da öfkelendiği zaman da yine aynı şekilde iki rekât namaz kılardı.


Ebû Abdullah b. Câbân ile yolculuk yapmış olan arkadaşlarımız bana onun şöyle bir davranışını anlatmışlardı: Çölde yolculuk sırasında belli bir mesafeye erişip arkadaşlarının ardı sıra yola devâm etmek istediğinde, iki rekât namaz kılmadan yerinden ayrılmazmış.


Sûfîler, edebleri gereği, imam olmaktan da, Mekke'de ve başka yerlerde namazda ilk safta bulunma gayretinden hoşlanmazlar. Namazı uzatmayı da iyi görmezler. İmâmet konusunda, kendileri hâfız da olsa, Fâtiha ve zamm-ı sûreyi düzgün okuyan birinin ardında kılmayı imamete tercih ederler. Çünkü Nebî (a.s.) şöyle buyurmuştur: “İmâm (cemâattan) sorumludur."Ebû Dâvûd, Salât, 32; Tirmizî, Mevâkît, 39



İlk safta namaza durma kaygısı içinde bulunmayışları, insanları izdihâma ve sıkıntıya düşürmemek arzusudur. Çünkü hadîste bu konuya dâir gelen rivâyet Buhârî, Ezân, 73 sebebiyle, ilk safta namaz kılma gayreti içinde olanlar, izdihâma neden olmaktadırlar. Sûfîler ilk saf kaygısı taşımamakla, halkı kendilerine tercih etmektedirler. Ancak ilk safta boş yer bulduklarında da, bu fazîleti ganimet bilirler.


Namaz uzadıkça sürçmeler, hatâ ve vesveseler de çoğalmaktadır. Amelleri sağlam yapmak, çok ve uzun yapmaktan evlâdır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) namazı tam ve hafif icrâ etmede halkın en üstünüydü." Müslim, Mesâcid, 227; Tirmizî, Salât, 10


İbn Alvân'dan, Cüneyd'in yaşının ilerlemiş olmasına ve bedenine zaaf gelmiş olmasına rağmen, namazla ilgili evrâdını hiç terk etmediğini işitmiştim. Hattâ kendisine "bunun sebebi" sorulduğunda şu karşılığı vermiş: "Başlangıç hâlimde beni Allah'a erdiren bu hâli, son demlerimde nasıl terk edebilirim?"


Yine sûfîlere göre, namazın dört âdâbı daha vardır:


1- Seccâde üzerinde huzûr-ı kalb ile bulunmak,

2- Allah'ın huzûrunda bilinç hâlini (şühûd-i akl) korumak,

3- Şüphe ve vesveseye düşmeden kalb huşûunu yakalamak,

4- Beklenti içinde olmadan namazın rükünlerini huzû ile yapmak.

Çünkü kalb huzûru perdelerin kalkmasına, bilinç hâli ilâhî azarın izâlesine,

kalb huşûu kapıların açılmasına ve huzû hâli sevâbın çoğalmasına medâr olur. Namazı huzûr-ı kalbden mahrûm olarak kılan sâdece oyalanmış olur.

Bilinç hâlinden uzak olarak kılan sehve düşüp yanılır. Kalp huşûundan uzak

kılan ise hatâ eder. Huzûu olmadan kılan da kendine acımasızlık etmiş sayılır. Bu dört özelliği yerine getirerek namaz kılan ise, namazın tam hakkını vermiş olur. Bütün bunlar, sûfîlerin namaz âdâbı konusunda şu anda benim aklıma geliveren şeylerdir. Başarı Allah'dandır.


Post a Comment

İçinizde olan güzellik her zaman yazılarınıza ve dilinize aşkla dökülsün...

Daha yeni Daha eski

Öne Çıkanlar

Nefs